topuk

bir deniz kıyısındayım şimdi ben...
ucu bucağı yok. okyanus gibi. ne arkamı döndüğümde kumsalın sonu var, ne önüme baktığımda denizin sonu. yıpranmış bir bayrak gibi rüzgarda ses çıkarta çıkarta silkeleniyorum, savuluyorum... bir taş alıyorum yerden, sanki içimden bir pislik atar gibi tüm gücümle atıyorum taşı... 
bir düzeni bozuyorum. kumsaldan bir taş eksiltip, denize bir taş ekliyorum...

topuklarım acıyor. topuklarım kanıyor. nasıl hisseder bir insan bunu? bir insan yüreğini nasıl topuklarında yaşar? topuklarım acıyor, gözümden kumlar dökülüyor, gerçekler nerede bilemiyorum.
üzgünüm, annem bana kızmıyor. annem beni göğsüne sokmuyor. annem bu noktada hiçbir şey yapamıyor...
saate bakıyorum. sanki bir rüya, saatim kum olup dökülüyor; zaman yok. 
biraz önce kumsaldayım. şimdi metrodayım, kalabalığa karışıyorum. Müzik dinliyorum. kulaklığım kum oluyor, yine kumsaldayım. topuklarım ıslanıyor. topuklarım kanıyor. anlayamıyorum. arkama tekrar baktığımda korku filmlerindeki gibi karanlık bir şato görüyorum. akbabalar, kargalar... pis ağaçlar, kuru ve siyah. yeşil yok, mavi yok, mor yok...

deniz berbat bir mezarlığa dönüşüyor. topuklarım yok. bağırmaya ağzım yok. ellerime bakıyorum kum oluyor,ellerim yok...

sancıyla uyanıyorum...

sen varsın, yanımda huzurla uyuyorsun. evet huzurla. küçük gözlerine bakıyorum... hemen ardından topuklarıma. ellerime... her şey yerli yerinde.
sarılıyorum sana, kıpırdanıyorsun, yerleşiyorsun bana. sanki vücutlarımız bir yapbozun parçalarıymış gibi kavuşuyor birbirine. sıkıca sarılıyorum, gözünü biraz aralayıp gülümsüyorsun. tekrar uyumaya başlıyorsun. gülümsüyorum omzumdan bir yük kalkmış gibi.

yine beni sev sevgilim. yine benim ol. ak içimde, nefesin nefesim olsun; nefeslerimiz bir olsun. yine yemeklerimi ye, yine hırkalarımı giy. ayakkabılarımızı aynı yere çıkartalım. montlarımızı aynı yere asalım. hangi çamaşırları hangi renklerle yıkayacağını sor bana. beğendiğin filmleri anlat bana, yeni şarkılar dinleteyim sana. yine gelişine bir yer seçip tatil yapalım. 
sarıl bana sevgilim, yaşa beni... seni yaşamama izin ver. beraberce üşüyelim, burnunu yanağımda ısıt, ellerinin içini öpeyim ben de. yüzümü yüzüne süreyim... zırh ol bana, zırh olayım sana... topuklarımız... topuklarımız bize kalsın, kremleyeyim çatlak ayaklarımızı. hangi pantolonu hangi gömlekle giyeceğini sor bana, ben de bereni kaldırım yanağını öpeyim...

yalnız değilsin sevgilim, yalnız değilim. sen engel gördüğünü söyle, ben engeli kaldırayım. kaldıramayacaksam eğer, beraber üstünden atlayalım... 

elimi tut sevgilim yine, sadece elimi tut. bana bırak kendini, bizi biz yapayım hadi bırak kendini bana. bir kahkaha atalım içimizden çıkan kelebeklere bakalım... 
hadi aşkım...

dön sevgilim...

hayat kurtlar sofrası sevgilim...
hayat zor sevgilim...
yalnızlık önüme taş koyuyor sevgilim...
ben uyuyamıyorum. saat 3:00. bu saat benim sana sarıldığım saattir. yoksun ama.

aşk insanı kızdırır sevgilim.
aşk insanı hırçınlaştırır; hatalar yaptırır sevgilim.
canını yakar aşk insanın, aşk insana can yaktırır sevgilim.

sevgilim...
sana sevgilim demeyi özledim.
kocaman ellerini, yumuk gözlerini...
her gözümü kapadığımda görsem de yüzünü, bana bakmanı özledim...

beni istemiyorsun artık biliyorum sevgilim...
ama düşün ki, düşün  ki tutunacak bir tek dalın kalmış, o da benmişim sevgilim. tutmaz mıydın elimi? benim her şeyim sensin...

varlığın hediyeydi bana ve ben seni hakedecek ne yaptıysam, daha iyi yapacağım, daha çok yapacağım sevgilim.

sevgilim...

mutfağımızda sigara içerken anlatayım diyorum devamını. ben çay demlerken, sen şekere uzanırken.
lütfen sevgilim...

dön bana...

kemiklerimi aldılar

deniz diyorum deniz...
ne kadar koyu gecenin bu saatinde. akıp giden suya bakıyorum. nereden geliyor, nereye gidiyor.
sonra düşünüyorum, nereden geldik nereye gidiyoruz.
vapurlar, ışıl ışıl gecenin bu saati. içinde insanlar. nereden geldiler nereye gidiyorlar? benim gibi banklara oturan kızlı erkekli gençler, çay satan amca, bitirim delikanlılar... buradan kalkıp nereye gidecekler, buraya nereden gelmişler?

dinlediğim şarkılara veriyorum dikkatimi, neden yapıyorum bunu kendime? neden acıtıyorum kendimi? sigaramı yakıyorum, biraz gözüm doluyor şarkıdan... geçmişi düşünüyorum. ilk değil, ilk değil bu yalnızlık. ama ilk biraz da, epeyce.

şarkılar insanın en iyi dostu oluyor böyle gecelerde. çatır çutur vuruyor yüzüne her şeyi. kâh yol veriyor, kâh yön veriyor. mutlu çiftleri görünce gülümsüyorum, içim acıyor bir yandan. bencillik etme billur diyorum. sakin ol. kafamın içinden bir şeyler geçiyor. atla şu suya diyor biri, ağla diyor biri, dur diyor biri, sus diyor biri, git diyor biri, bit diyor sonuncusu... dinliyorum onu. bitiyorum. bakıyorum etrafıma, her yerim ağrıyor. gittikçe daha da ağrılı oluyor yürümek.

kendimi tartıyorum gecenin bu saatinde, günahlar sevaplar, hatalar hasretler...
insanın kendini sorgulaması, en büyük mahkemede sorgulanmasından daha acı. hatalarını gördükçe yaralarını da görüyor aslında insan.

yaralar...

bitmez yaralar.
hangi yaralar kapanmaz?

kemiklerim acıyor. kemiklerim. sıcak kuma gömün beni. sıcak kuma gömülmek için ne kadar ölmek gerekiyorsa o kadar ölüyüm...

göğe bakıyorum...

insanların gerçek yüzünü böyle zamanlarda görmek canımı her şeyden fazla yakıyor. arkadaşlığın sevginin hatta saygının anlamı nasıl unutulabilir?
çok yazık. bana arkasını dönen insanların yüzünden de çok bir hayır görmediğim düşünülürse, yine bir noktada siktiret diyorum neyse ki...
annem hep şöyle der; "olsa da olur, olmasa da olur diyorsan olmasın". ben de "hıı" diyordum, "hıı". ne kadar haklıymış yine dört bir koldan sikilerek öğrendim. sağolun a dostlar(!)

seviyorum ama...

seviyorumdan sonrası teferruattır lan, seviyorum çünkü denmez sevilen insana, seviyorum ama denmez. biraz iyi his varsa içinde, dürüst olursun. çıkar het höt konuşursun. "seviyorum, aşığım" derken arkadan dost görünümlü sikko karakterli insanlarla iş çevirmezsin. hiçmiş gibi davranmazsın. arkanızdan konuşup yüzünüze gülemeyeceğim, üzgünüm.

işte tam da bu yüzden yabancılığı tercih ediyorum hoşuma gitmese de, mutlu olmasam da. hatalar elbet yapılıyor. ama hata başka kazık başka. aynı anda 3-5 kişinin brütüs olmasına ne gerek vardı?
dış kapıdan 2 insan geliyor, dış kapı dediğime bakmayın, meğer ne kıymetlilermiş. "tamam abi, konuşcaz halledcez, yanındayız" diyor. bakakalıyorum.
aynı kazığı her durumda sokan insanlara olan güvenimi sorguluyorum. merak etmeyin hiçbirinizi değil kendimi suçluyorum.

çoluk çocuğun masasına meze olduysam ben ve bunu canım dediğim insan sağlamışsa, önüme bakmaktan başka bir çarem de yok. tüm sevgimi ve saygımı da alıp. birhan keskin geliyor aklıma; "...senin kendinden kaçırdığın şeyleri, ben nasıl ortaya koyardım..." diyor.

bir insanı bir şeyleri yapmamasıyla değil, yaptıklarıyla yargılamak gerek. hatta hiç yargılamamak gerek belki de. çok emin değilim. sevmek başka bir şey, başka türlü bir şey. sevgi her an değil, gerektiği zaman önemli ve bir gereklilik gibi değil, bir uzuv gibi. "onun yanında olmalıyım" gibi değil; bir anda yanında olmak gibi.

bir kere mert yanıma oturmuştu yazlıkta. sahilde oturuyordum. "konuşmaya gelmedim, beraber oturalım" dedi. bir gün de teyzem "neyin var" dedi. "yok bişey" dedim. "peki" deyip yanıma oturdu.

yani turgut uyar gibi, "ikimiz birden sevinebiliriz, göğe bakalım" gibi. cemal süreya gibi, "ve içim götürmez kenarından kesilmiş ekmeği..."

insanın kendine inanması önemli. bir şeyi yapabilmek ya da yapmamak için. kibirinizi sikeyim, gururunuzu sikeyim... sokağın ortasında beni anıra anıra ağlatan, ağaçlara taşlara haykırmama sebep olan kişiler... bağrıma taş bastıranlar. hepinizin kalbi taş olmuş. benden beter mecbur olun istiyorum insanlara. bana değil başkalarına. daha lafım yok sizlere...

bana bu uykusuz şehri bırakanlar asla o lanetlerinden kurtulamayacaklar. bunu biliyorum ve susuyorum.

"gözlerimizi uzaklıklar değil ki yalnız, göze alamadığımız yakınlıklar da acıtır.
ve gözleri ancak gözler bağışlayabilir.
öyle acıyor ki gözlerimi kim bağışlayacak beni?"

sen kemiklerine aşık olduğum... sen beni yanlış sevmişsin, ben sana yanlış aşık olmuşum.
sevmek başka bir şeydi, yanlış anlamışsın. kendini yalnız hissettiğin kadar yalnız, güçsüz hissettiğin kadar güçsüzsün. sen beceremedin, sen yapamadın. yetemedin... belki o benden beklediklerini haketmemiştin...

ve dost bildiğin zanlılar... yanlış öpülmenizi dilerim...

şimdi ben tek başıma seviniyorum, göğe bakıyorum...

Öp Lan Beni...

müziğin bile seni dinlemesi diye bir şey var. öyle diyor özdemir asaf, "yalnızlık, müziğin bile seni dinlemesidir" diyor. özdemir asaf yanılamaz.

yani inanılır gibi değil aşk denen şeyin güzel olması. aşk bir hastalık. çözümsüz bir şey. çözülememiş bir problem. sağlaması tutmayan bir denklem.
bir gülüş, bir koku, bir anı bu kadar can yakmamalı.

aşk başlı başına bir haksızlıktır.
net.

iki insan aşığız diye geçinirken bolca kavga ediyor. lan kavga etme. bi sus da öp lan beni. bi sus hele. huzur iste, aşk iste, mutluluk iste, bulunca da kavga gürültü.
öp lan!

sonra hop ağlıyoruz. gülmeye çalışmak yerine kim daha çok ağladı diye konuşuyoruz. bi sus lan, öp. zaten yeterince yaşayınca değil, yeterince ağlayınca ölüp gideceğiz. kotamız yaş değil ağlamak. e öp. e öp o zaman lan.

sonra aşk aşk diye ağlıyorsun, bulunca yine ağlıyorsun. hayatımızda değişmeyen tek duygu bu bence. duyguysa eğer. bence büyük bir aşçı bıcağı. en kalitelisinden. ama onu bana saplama bana yemek yap. hadi diyelim yemek yapmadın. öp lan beni...

beni sev beni sev diye haykırıyoruz. sonra şu başlıyor; "madem beni sevmiyorsun, bari onu da sevme" yani sevdiğimiz kişi mutsuz olsun istiyoruz lan. bu ne saçmalık?? boş ver sen gel beni öp.
birbirimize okuyacak kitaplar, izleyecek filmler, dinleyecek müzikler, içilecek çaylar, gezecek şehirler biriktiriyoruz. bir de çıkıp demiyor ki, "bunları boşver öp beni". demiyor kardeşim.

neden?
çünkü insanlar aşık olmaya çok meraklı. sonra onu mutsuz etmeye. sonra onu özlemeye. sonra ondan vazgeçmeye. hatta sonrasında onu düşünüp tekrar sevmeye ve üzülmeye. aslında hep boşuna. sevip öpeceksin. bitti. öp ulan beni.

seni öpmemi bekleme sevgili.
öp.

çünkü gün gelir uzak kalırız, gün gelir ayrı kalırız, gün gelir birimiz evden önce çıkarız.
sonra öpmeyişlerimize yanarız.

insan yaşadıklarını yazar aklına yaşamadıklarını değil. ve yaşamadıkları yüzünden yargılamamalı insan kendini, yaşadıkları yüzünden yargılamalı.
belki de hiç yargılamamalı.

sadece öpüşmeli insanlar. kızlı erkekli, kızlı kızlı, erkekli erkekli.
çünkü sonunda hepimiz toprak ananın götünü öpeceğiz, kaçarı yok.
seviyorsan git öpüş bence...

rüyamda bir aşık şair...


rüyamda Turgut Uyar'ı gördüm.
kalbimin acısıyla uyandım.


nedendir bilinmez turgut uyar girdi rüyama. oysa ben Cemalciyim. Cemal benim süsüm, Cemal edebiyatım, Cemal acım, Cemaldir iyi kalpli üvey anam. 
Cemal'dir yahu nefesim şiirim.
hiçbir adama inanamam ben artık aşık diye, Cemal'i okudum okuyalı.
sevda sözleridir kutsal kitabım. ama bir rüyada gönlüm Turgut Uyar'a kayıvermiş belli ki. fotoğraflarındaki gibi ince, ince dediğim de fiziksel değil, anlatılmaz bir incelik bu.
halbuki Cemal'dir benim yaram.
Cemal'dir yaramı saran.

ben aşık oldum bi kaç kez. beni dinleyen de beni anlatan da hem cemal oldu, yapacak bir şey yok. değiştirecek, değiştirilecek bir şey değil bu. mühim olan cemal'dir. gerisi belki teferruat.

ama rüyamda Turgut Uyar'ı görmek...
o da bir başka his. sanki gerçek gibi, O'nu tanımış gibi hissediyorum. sepya tonlarda, bir ağacın önünde, fotoğraflarındaki bakışı ile. 

cemal'i bilmesem belki Turgut'u da bilmezdim kim bilir? 

ama bildim; şu lafıyla bildim Turgut'u;

"ikimiz birden sevinebiliriz, göğe bakalım"

ikimiz birden sevinebiliriz?!
ikimiz birden sevinebilir miyiz?

benim yaram Cemal'dir. Turgut'un öldüğü gün Cemal'i işten attılar...

önce bir kahvaltı edelim de...

seni düşündüm bugün sevgilim...

seni sevdiğimi...
seni sevmediğimi...
doygunluğu ve yutkunmayı...

sevgilim seni sevmenin 100 yolunu denedim bugün ve sevmemenin de...

seni sevmek için 100 neden buldum bugün...

"seni seviyorum çünkü" ile başlayan cümleler kurdum...

seni seviyorum çünkü, gözlerin sevgilim... gözlerin öpmeye doyamayacağım 100 şeye bağladı beni.
seni seviyorum çünkü, kemiklerin sevgilim... öpmeye doymayacağım 100 şeye döndürdü yüzümü...
seni seviyorum çünkü acıtıyorsun sevgilim.
seni seviyorum çünkü acıtmalarını öpeceksin biliyorum...
...

böyle onlarca şey düşündüm. 

seni seviyorum çünkü beni yaşatıyorsun sevgilim, ölmemek için elimden geleni yaptırıyorsun.
seni seviyorum çünkü yemeklerimi yiyorsun sevgilim, çünkü beni seviyorsun sevgilim...
seni seviyorum çünkü beni yoruyorsun.
seni seviyorum çünkü beni hırpalıyorsun sevgilim, bazense yerden yere vuruyorsun.
seni seviyorum çünkü zorsun sevgilim.
seni seviyorum çünkü deniz gibisin, akışkansın sevgilim; durağan değilsin...
...
ve daha onlarcası...

diğer günler ne olacaksa olsun, ne oluyorsa olsun...
yarın göğsüme yattığında ben yine küçük prens olacağım. küçük prens dünyasını kurtaracak göğsüme yaslandığında sevgilim.

ve kıtalar birleşecek sevgilim, yer yerinden oynayacak, gece gündüz olacak, kutuplar değişecek, tüm dinlerin ibadeti değişecek...

ayva çiçek açacak sevgilim, yaz gelecek, bana ettiklerin az gelecek.
sana ettiklerim az gelecek...

sonra sana bir tutam cemal süreya serpiştireceğim;
belki biraz edip cansever.

ve sen bir kez daha şiire aşık olacaksın bir kez daha bana...

ertesi gün kıyamet kopabilir. sen beni terk edebilirsin. önce bir kahvaltı edelim de...
ama en az bir kez daha göğsümde tutmalıyım seni ve tüm evrenin kahramanı olmalıyım yine, yeniden... 

bir kadın...

ciddileştiğinde dudakları incelirdi ve yukarı bakarak konuşurdu...

farkında mısın?

artık her gün suçluyorum kendimi ve affediyorum sonra... sonra seni suçluyorum, affetmeye çalışıyorum ve başarıyorum. her sabah bugün düne benzemesin diyorum... yine benziyor... hayaller kuruyorum, yine kırılıyor...
bir hayat, bir yol...
ama yok...

bir yerden aşağı düşüyoruz, çok aşağı düşüyoruz...

nedense bunları yazmak için açtığımda sayfamı, elim zaman* şarkısına gitti... neden sence?

dişlerim sökülüyor, yüreğim sökülüyor, içim sökülüyor... yanımda sen neden yoksun? sesli söylüyorum bunu! yanımda neden yoksun sevgili...

senin gibi olamadım ki ben, yapamadım. 
keşke demek nasıl ağır yüreğime, nasıl utanıyorum anlatamam... 
utanıyorum sensizlikten. utanıyorum benim olmadan benim oluşundan ve senin oluşumdan...
delik deşik içim... günlerim gecelerim delik deşik ve tutamıyorum işte kendimi, gözümden kaçıveriyor kıyamadıkların teker teker...

çok seven mi gider, çok bilen mi gider, çok gezen mi bilir?
kırık içim, buruk... hep suçluyum. hep acıtanım...
kahraman olamadım ben. hiç olamadım.
en çok acıyı ben çektim sandım.
ben olursam yanında acı çekmezsin sandım...

şimdi el gibi...
elmişsin gibi bunları yazıyorum...

çaresizim, umutsuzum, yapayalnızım. 
attığım kahkahanın sesi geliyor, yüzüm gülmüyor...
anlık gülüyorum elbet, ama mutsuzum, eksiğim işte...

yaramı sar istemedim, yaranı sarmayı vaat etmedim...
ama yeni bir yatak bulabilirdik akmak için... yeni bir bahar yaşayabilirdik, yeni bir dünya mümkün olabilirdi bizim için.  yeni bir hayal yeni bir yıl...

şimdi hepsine uzaktan bakıyorum. o kadar uzak ki, hiç olmamış gibi. hiç olmamışsın gibi, hiç olmamışım gibi... sözler, kelimeler hiçbir şeye yetmiyor. sevmeye yetmiyor kelimeler. yalnızlığa çare olmuyor. iki kişilik yalnızlık bahsettiğim... bir ovanın düz oluşu gibi bir şey...

paraleliz ama hiç kesişmiyoruz; farkında mısın?

*mabel matiz - zaman

sevgili sevgilim...

...
evde oturmuş düşünüyorum. sabah sana bırakacağım makaronları düşünüyorum. akşam annemin yaptığı pilavı yemeni...
kabataş'ta kahvaltı edeceğimizi ve sultanahmet'i daha  detaylı gezeceğimiz günleri... dizimde uyuyacağın akşamları, çamaşırlarını astığım anları, tülleri sana astıracağım günleri ve denizi sevgilim... denizi seyrederek birbirimizi ne kadar sevdiğimizi söyleyeceğimiz anları ve zaman zaman aynı denize bakarak, aynı garsondan çay isteyerek yapacağımız kavgaları... sonra evinde barışmaları... sevdiğin yemeği yapıp, işten gelmeni beklediğim günleri, "üşendim aşkit, kebapçıya gidek" demelerimi, senin pizza krizlerini, ama sonra bana biber dolması yapmalarını...
terfilerde zamlarda kutlamalarımızı...
nefret ettiğin istanbul trafiği yüzünden beni bekletmeni ya da beklemeni, üşüyüp ellerini ellerimde ısıtmanı, ankara'da yaşadık ama en güzel kışı bir de istanbul'da yaşamayı sevgilim, sevmesen de sıcak şarap içmeyi, benim sarhoş hallerime katlanmanı, üşüyen burnunu avcumda ısıtmanı...
biraz da anadolu yakasını gezmeyi, bostancı sahilinde içmeyi, moda'da kahvaltı etmeyi, eminönü'nde balık ekmek yemeyi... 
arkadaşlarımızı misafir etmeyi, bazılarını yanyana yatırmamak gerektiğini konuşmayı, kavga edilerek yatılmış akşamın sabahına mutlu uyanmayı...
sarılarak uyumayı, sarılarak uyanmayı, ertesi gün tekrar sarılarak uyumayı, sarılarak uyanmayı ve ertesi gün ve ertesi gün ve hep beraber uyanmayı...
her sabah seni görerek uyanmayı sevgilim, senin "günaydın" deyişini duyarak uyanmayı...

beraber kitap kurcalamayı, sana bilmediğin müzikleri dinletmemi, benim izlemediğim filmleri izletmeni sevgilim...
tüm bunları şimdiden çok özledim...

hadi gel.

eylül için yazılmamış bir yazı...

ah eylül güzel eylül...

eylülün itici çekiciliği üzerine çok şey söylenebilir. kurumuş yaprak klişeleri, sonbahar aşkları vs. 
ama bir de üşümek gerçeği var. küçücük burunların kıpkırmızı olması var. kışın atkı vardır, şal vardır.

sabahtan beri burnum ısınmadı...

kafamda deli sorular diye serdar ortaç repliklerini yollara feda edesim var. baĞzı mesafeler diyorum, baĞzı mesafeler çok uzak. "diyorum" ile cümle kurunca hemen Cemal süreya geliyor kapıya...
ne kadar uzak kaldığımı düşünüyorum 2. yeniye. bilmek ve yaşamak istediklerime...

sonra rüzgar esiyor. diyorum ki, billur kendine gel, patronun desk time diye kafanı yaracak birazdan... dönüyorum işime...

kahrolsun baĞzı şeyler

hepimizin derdi tasası var elbet. ama yeter ulan. bi kere, bi anlığına her şey harika olsun lan. bi kere lan!!! 
kahrolsun bağzı insanlar, bağzı olaylar, bağzı durumlar, bağzı şerrefsizler...
bağzılarının kahrolma vakti geldi.

duygularım ölüyor, ben en çok buna yanıyorum...


"ağustos yirmi iki, dediler "ustan ölmüş",
çok komiksin azrail, turgut uyar ölür mü?"


iyice tumblr gibi olacak diye bu kadar fotoğraf koymak istemiyorum ama, zeki halkımız saatlerce uğraşıp da veremeyeceğim mesajı, anlatamayacağım duygu ve düşünceleri 1 kareye sığdırıyor.

ne biçim de doğdum la!



çok fazla bir şey söylemeye gerek yok diye düşünüyorum... çok mutluydum. Çok mutlu edildim... gelenlere, video çekip yollayanlara, arayanlara, mesaj atanlara...
hepsine minnettarım, umarım bu aşk, bu dostluklar, bu arkadaşlıklar bu güzel halleriyle bir ömür yanımda olurlar...

iyi ki doğdum...

gezi


bizim polisler...

gezi


Türkiye en güçlü günlerini yaşamakta...
#direnteyze

gezi


son derece tehlikeli, yurtdışı destekli, terörist marjinallerden oluşan 3-5 çapulcu taksim'de...

gezi


Şehirlere bombalar yağardı her gece
Biz durmadan sevişirdik!...

Gülün Çığlığı

belki de hiç ses yoktu varlıkta.
belki de o sesler bizim onları kullanırken canlarını yaktığımız için yükselen sesleriydi, çığlıklarıydı... martının sesi değildi belki, havanın yırtılışıydı.

siz bilir misiniz gülün sesini. bir gül yırtılırsa çığlık atar, bilir misiniz? bir gül sessizce solar ama çığlık çığlığa yırtılır. bir sandalye üstünde oturduğunuzda sesi çıkmaz da, kırdığınızda bağır küt diye. "küt" sandalyenin çığlığıdır; "güm", bombanın.

bilmezsiniz.

kalp kırıldığında ise şöyle bir ses çıkar...
siz bilmezsiniz, bilmeyiniz.

ah Oruç...

O'na, o serin geçitleri, o mor araları, o esintili kıyıları, o karlı karanlıkları yaşattın ya (kendin de işte, bunları; hiç yaşayamayacağını sandıklarını, yaşadın, ya); artık ölmeğe çalışmamalısın; ölmemeğe çalışmalısın - yaşamın nasıl olursa olsun (ki işte, o oldukça güzel de olacak) yaşamaya çalışmalısın.
Yaşamının anlamı senin ile birlikte varolmak istiyor - sen de onu korumak zorundasın.
- Koru onu.



Oruç Aruoba'yı bilirsiniz. çok severim. çıkarımları, felsefesi, bakış açısı hep hoşuma gitmşti. konu ne olursa olsun yazılarında hep kendimi, hayatımı ilişkimi, ilişkilerimi bulmuşumdur. ama bu sefer bir başka oldu. bu sefer -belki de oruç'ta okumasaydım da- söyleyebileceğim bir cümle dilime dolandı. 
"ölmeye değil ölmemeye çalışmalısın"
çok tehlikeli olmasa da ölme ihtimalimin olduğu bir işi yaparken dedim bunu. ölmemeye çalışmalıyım lan ben dedim. O'nu üzemem lan ben dedim, böyle bir şey olsa bana bir şey olsa o ne yapar dedim. yavaşladım. daha iyi olmalıyım. daha sağlıklı, daha huzurlu, daha mutlu. kendimi geçtim, onun için daha iyi olmalıyım. onunla yaşadığım güzel günler için, gittiğimiz yollar için, anılarımız, hayallerimiz, planlarımız için ölmemeye çalışmam lazım. yok yok, ölmemem lazım. onu üzmemem lazım. lazım diyorum da, bir gereklilik olması durumu değil. akılcı bir çözüm olarak değil. içimde, damarlarımda, gözlerimde, her uzvumda her hücremde ona bağlanmış olmamla ilgili. kendi kendime adını seslenmemle. tutkulu bir aşk acısı gibi değil, birlikte salıncağa binmiş iki çocuk gibi umarsız, düşüncesiz, korkusuz bir his. ilişkiyi ilişki yapan tüm unsurlarını dışarı attığımızda, olasılıkların tümü durdurulduğunda açıklanmayan o şeyle ilgili. tanrı parçacığı gibi. onu sevmek, ona dokunmak, onunla bir şeyler var etmek. aşk denirse buna, aşksa bu eğer, biz bunu yarattık O'nunla. biz yarattık, böylesini ne okudum, ne duydum, ne yaşadım... kusursuz olduğu için değil. biz olduğumuz için. bizden başka hiçbir olasılıkta var olmayan bir aşk olduğu için. 

sarıyer'den istanbul'a baktım. asyayı avrupayı çerçeveme alıp, istanbul'un üstündeki tüm bulutları görebiliyorken... olmak istediğim yerde, olmak istediğim kişiyle, yapmak istediğim şeyi yapıyordum. bi anlığına gökyüzüne baktım. o an benim ânımdı. o an bizim anımız oldu...

12 / 05 /2013

bir kalibre sonrası iskelet kokusu...

bazı şarkılar var... o kadar bazı ki onlar üstüne söylenecek çok şey olsa bile, sadece 3-5 kelime ile etiketlenebiliyor. bu şarkı da öyle. intihar, huzursuz, rutubet, yırık, eksik... olumsuz ve kanayan bir kaç kelime daha ekleyebilirim. sisli diyebilirim, puslu... sus pus belki... beni biraz sinirlendiriyor, sonsuz bir düşüş hissettiriyor. dar bir koridorun üstüne yıkılması belki. belki de bir düşme anı, bir kurtaramama ya da kurtarılamama anı, sıfır hanesi ya da çamaşır suyu lekesi. asla geçmemesi, asla geçmeyeceğinin bilinmesi. alenen çaresizlik, ortada kalmışlık. umutsuz her şey bu şarkı... şarkı demeye bin şahit. ölümcül bir ayin belki bir kurban verme. kendi düzenlediğin bir ayinde, kendini kurban verme, akmayan bir kan.

kirli kemik rengi bir odanın toz kokan karanlığında yanan bir mum. akan bir şişe. tükürülmiş bir balgam. mumun havasız ortama rağmen titreyen ve iç yakan küçük alevi. bitecek olan mum çaresizliği. karanlık oda. kapısız oda. amaçsız ve çıplak bir ruh. hatta beden. rutubete oturmuş çığlık çığlığa üşüyen bir  ten.

çığlık çığlığa üşümek. daha fazla üşünmez lan dedirten, bir kalibre sonrası ölüm kokan ama öldürmeyen bir üşüme. iskelet rengi. asi metalci grupların pis çekiciliği. 

sözleri ne diyorsa desin, melodiyle birleşince son bir şiir geliyor dilimin ucuna. ama yazımın sonu diye değil, gerçekten şairinin yazdığı son şiir. ölmemiş ama ölmekte olan bir kaç kelime. kafamda şöyle diyor;

ölüyorum tanrım
bu da oldu işte.

her ölüm erken ölümdür, 
biliyorum tanrım.

ama, ayrıca, aldığın şu hayat
fena değildir.

üstü kalsın.*

çaresizlik akıyor kelimelerden. sanki bir harf diğer harfe kanla bağlanıyor ortaya bir kelime atıyor. kelimeler birbirine acıyla bağlanıyor, şiir oluyor. oluyor ve ölüyor... bir şiir başlıyor, şair ölüyor.
bir şarkı çalıyor, damarlarım titriyor... umutsuzca, çaresizce. ölmüyor, ölümün kokusunu getiriyor.

pis ve rutubetli oda... bu şarkı sadece kendi rutubetini çağırır...

*cemal süreya'nın son şiiri.

çakıl

çakıl'ım artık tamamen benim. çok mutluyum. inşallah bir sürü güzel günümüz olacak onunla. güzel bir sürü insan maddi manevi çok yardımcı oldular. bir an için bile desteklerini esirgemediler. hayatımda böyle insanlar olduğu için çok mutluyum. bir kez daha doğru tercihler yaptığıma emin oldum...

hayat sana teşekkür ederim...





motorları maviliklere süreceğiz, 
güzel günler göreceğiz güneşli günler...

siz hepiniz ben tek!

aylar sonra birhan keskin'in kitabını alıyorum elime... defalarca hatmettiğim, acımı çok iyi anladığı ve benden önce dile getirdiği için nefret ettiğim zamanlar ve ben gibi acı çekenler, üzülenler yok edilenler varmış dedirttiği zamanlar için aşık olduğum kitabını: "kim bağışlayacak beni"...

şöyle diyor açtığım sayfa;

"Göğsümde karıncalanan eski düş şimdinin korkusu muymuş?
Bir makas gibi duruyor içimde açık unutulmuş"

ah birhan diyorum. ah birhan...

neden hep aynı döngü?
yaşarken ölümcül olan o acı, şimdi üstünden dalga geçmeyi hak etmiş miydi hiç?
neyi çok seviyorduk, neye çok diyorduk.
önceliklerimiz ne zaman değişti ve ne zaman insan olduk?
vefa neydi, dostluk ya da?

yanında olmak neydi, karşında ya da?

şimdi diyemiyorum kimselere, utanıyorum zaman zaman.
utanmak değil de belki de yedirememektir.
hani hep alıngan olurdum ya ben...

siz hepiniz ben tek derken oyun oynamayı teklif etmiştim oysaki savaşmayı değil ki...
inançlarım değişebilir ama kızgınlığım baki sevgili Tanrı'm.

küçük prens saatim var benim. bir de minik biblom.
hala monami pastel boyam olduğu için içimdeki saflığı taşıyorum.

tarhana çorbası içebilseydim eğer, bu yazıyı hiç yazmazdım...

ankara

sevgilim...

bu sefer ülkenin başkentinde, belki de manevi anlamda dünyanın en güzel başkentindeydik seninle.
ve bu sefer epey özgürce...

bizim başkentimizde.
nice güzel günlere...

fıtı fıtı fıııt

dünyaya döndüm epeydir. belki bundandır yazmamam. yazamamam. geçmişte özlemini duyduğum hemen her şeyi elde ettiğimden, içime sindirdiğimden. mutluyum lan işte kısacası. aşkitos doritos panços diyorum sevgilime, o gülüyor.

o gülünce bulutlar aralanıyor. soğuk bir kış gününü yaza çeviriyor. o gülünce sanki bir yerde bir kaç kedi doğuyor ya da bir çocuk gülüyor katılarak. o şaşırınca ağaçlar hışırdıyor ve o bakınca bana, çenesinin altındaki minik gamzesini göstere göstere bana bakınca içimdeki kasabaya bir meltem ulaşıyor, ürpertirken dinlendiriyor...

koskocaman bir sokak köpeğinin "oğluuum" sözüyle sırt üstü yuvarlanmasını bilirsiniz, o köpek benim. alenen bir sokak köpeğiyim. itik, yitik. o bana sesleniyor, "gel" diyor. bahçesine alıyor beni. kimselerin girmediği evine giriyorum, yatağına karışıyorum onun. dolaplarına eşyalarımı, mutfağına çeşnilerimi dolduruyorum.

bir öğle vakti, sigara ile bira uzatıyorum ona ve yanına oturuyorum. diyorum ki "bize". cam cama sürtüyoruz şişelerimizi. cam cama değil cancana halbuki yıllardır, görmezden geliyoruz.

sonra jason mraz çıkıyor, ben dans ediyorum. o gidip ekmek alıyor.
sonra bana soruyorlar "neden yazmıyorsun" diye. nazar değer, korkuyorum...

gelmiş bulundum

bahaneydi bu rüzgar, güneş bal ve kehribar
bahaneydi buzdan kanat erimezse kırılacak...

canım dostum sırdaşım, aynaya baktım yüzünü unuttukça...
gelmiş bulundum kalmış bulundum
bu dağ burada durdukça...*

*yıldırım türker

ah Cemal...

Ölüm

Ölüm geliyor aklıma birden ölüm
Bir ağacın gölgesine sarılıyorum...

Cemal Süreya

herhangi bir baba

birini düşünün, yıllardır tanıdığınız.
bazen çok yakın, bazen acemi, bazen bir olduğunuz. kimi zaman -geçmiş zaman- arkanızdan konuşmuş, kızmış, kıskanmış sizi...
sonra gel zaman git zaman dostunuz olmuş, canınızın içi olmuş, iyi gününüzde sizinle gülmüş, kötü gününüzde sizinle ağlamış... hatta sizin iyi diye saydığınız günlerde şımarıkça kahkahalar atarken, gerçeği tokat gibi yüzünüze yapıştırmış...
bir insanın hatalarını yüzüne vurabilendir dost. "neden yaptın bu" diyebilendir. sizin sorgulayamadığınız, sorgulamamaktan geldiğiniz ve belki de götünüzü kurtarmak için sorgulamadığınız şeyleri gözünüzün içine baka baka sorgulayan, sorgulatandır dost. dizinize yattığında konuşmadan anlaştığınızdır.

aşk hayatınıza olduğu kadar, iş, okul, kariyer, aile problemlerinizi ve hayallerinizi de dinleyendir dost. kavga ettiğiniz, kavga etmekten çekinmediğinizdir. kavga ettikten sonra utanmadan sıkılmadan özür dileyen; en azından kendince bir açıklama yapan ya da özrünüzü kabul edendir.

işte tam böyle biri. 
kendini bilen, haddini bilen, başkasına saygı gösterirken kendinden ödün vermeyen, kendini masaya "buyum lan ben" diyerek koyabilecek kadar kendinden emin, kişiliği oturmuş, hatalarından bahsederken yüzü kızaran, hataları yüzüne vurulduğunda dikkatle dinleyen, inadına gelişen, inadına ders alan birini düşünün.
alçak gönüllü, merhametli, dik kafalı ama adil...
bir de çok güzel gülüyor allahsız :)

sonra ona aşık olduğunuzu düşünün. onun da size. aynı anda. evet saniyesi saniyesine aynı anda. gündüz, güneşinde, ayık kafayla... cemal süreya'yı düşünün ve başkentin sokaklarını da...
o sokaklarda, başkentin karında elele "dostça" yürürken, bugün "ankara'ya gitsek de elele yürüsek" diye aşıkça beklemek...
kaderin cilvesi midir, sillesi midir bilinmez...
ona ilk "sevgilim" dediğiniz anı hatırladığınızla yüzleşin...

neyse...
işte böyle biri var benim hayatımda. böyle bir aşk var. böyle sıkı, böyle güçlü bir ağaç gövdesi...
ama onu övmek için değil tüm bu yazdıklarım...

ama yine de çok güzel gülüyor allahsız :)

hiç tanımadığım halde, hiç görmediğim halde, sesini bile duymadığım halde tanıdığım bir adam var. bir baba var...
işte ben o babanın ellerinden öperim, boynuna sarılırım... bu kadar güzel bir insanı yetiştirmiş, fikrine fikir, kişiliğine maya kattığı için ben o adama saygı duyarım.
ve sen sevgilimin babası, sen ne güzel bir adamsın. ne güzel bir adamsın ki, seni böyle seven, dediklerini kural bilen ve o kurallarıyla harika bir insan olan sevgilimi yetiştirmiş, benim olmasına -bilmeden de olsa- fırsat vermişsin...
teşekkürler.


yeni yıl, yeni kararlar, yeni fıtıfıtılar...
2013'e girdiğimi, sınav kağıdına tarih atarken fark ettim. "hasiktir" lan dedim. oysa yeni yıla sevdiceğim ve kuzenimle girmiş, victoria secret izlemiş, şampanya patlatmış, kafa gogolamış ve tuvaleti sürekli dolu sanmıştım. yorgun bir günün ardından sakarya'ya bir dostumun yanına gitmiş 2004-2012 arası tüm zamanların yorgunluğunu hala yanımda taşımaktaydım. 1 haftada 4kez şehir değiştirmiş olmam ankara'yı özlediğim gerçeğini hiç değiştiremedi.

2012'de ne oldu? 2012 de kimler girdi hayatıma, kimler gitti... bir keresinde bi arkadaşıma şöyle demiştim. "her yılı bir insana adıyorum. bazen 2 yılı..." sanırım yine öyle oldu. 2012yi yıllar sonra düşündüğümde "o artık benim sevgilimdi" diyebileceğim bir insan girdi hayatıma. yüzüne yüzümü sürdüm. beraber ağladım ve beraber güldüm. hiç olmaz dediğim şey oldu ve ona aşık oldum. sevgim ve aşkım her şeyden güçlüydü de, bana onun aşkı ve dostluğunun dışında güç veren bir cümle daha oldu. "sen" dedi bir kadın, "sen sevdin, istedin, bedelini ödedin ve elde ettin. sen bu aşkı hak ettin. bu huzuru bedelini saniye saniye ödeyip kazandın" dedi. o kadının 2012'si çok da iyi geçmedi. o da iyi geçecek bir 2013'ün bedelini ödedi belki de, tüm götsüzlüğüyle.
o kadınla 2013'te daha çok sigara içeceğim ben. bulutlar nefesimiz olacak.

sonra sevdiceğim... daha önce de aşık oldum. daha önce de mutlu oldum. daha önce de huzurlu oldum. daha önce de sevildim, daha önce de güvende hissettim. daha önce de güçlü hissettim. ama hiç bu kadar dolu, hiç bu kadar bir arada ve hiç bu kadar karşılıklı olmadı. 

2012de kendini gerçekleştirememiş insanlara karşı bir kaç savaş verdim. kah öfkeyle kah sabırla üstesinden geldim. kimsesiz ve tüm gücümle. belki bu savaşlar da bu aşkın birer bedeliydi. bilemem. 2013e dair aldığım büyük kararlarım yok bu sefer. belki okulum biter. belki daha çok para kazanırım, belki daha çok yer gezerim belki sigarayı bırakırım, belki daha az yalan söylerim. belki daha özgür olurum. bilemem. ama dileyebilirim sanırım. 

karşılıklı olarak birbirimizi hayatında istemeyen insanlar olalım ya da karşılıklı olarak isteyen. eğer karşılıksızsa bir his, unutalım gitsin. çok da çabalamayalım. akışına bırakalım. 
çok güzel yerler gezelim.
çok güzel anılar biriktirelim.
çok güzel yemekler yiyelim.
çok güzel insanları hayatımıza alalım.

2013'te herkes kendi olsun. varsın birbirimizi tanımayalım. ama herkes kendisi olsun. ne olduğunu bilsin.
keşke herkese tek tek mutlu  bir yıl dileyebilsem. mutlu yıllar sevgilim, mutlu yıllar deniz, mutlu yıllar mehtap, mutlu yıllar neslihan, mutlu yıllar şeyda, mutlu yıllar emre, mutlu yıllar can, mutlu yıllar duygu, mutlu yıllar dacar, mutlu yıllar mabel, mutlu yıllar ece, mutlu yıllar özlem, mutlu yıllar esra, mutlu yıllar tuğçe, mutlu yıllar fuat, mutlu yıllar cansu, mutlu yıllar zeren, mutlu yıllar ömürden, mutlu yıllar berk, mutlu yıllar gizem, mutlu yıllar roj, mutlu yıllar tolga, mutlu yıllar evrim ve ziya, mutlu yıllar fulya, mutlu yıllar ömer, mutlu yıllar müge, mutlu yıllar ezgi...
2014'e girerken gülümseyerek "ne yıldı ya hahahaaha" diyebilelim...
mutlu yıllar...