Gülün Çığlığı

belki de hiç ses yoktu varlıkta.
belki de o sesler bizim onları kullanırken canlarını yaktığımız için yükselen sesleriydi, çığlıklarıydı... martının sesi değildi belki, havanın yırtılışıydı.

siz bilir misiniz gülün sesini. bir gül yırtılırsa çığlık atar, bilir misiniz? bir gül sessizce solar ama çığlık çığlığa yırtılır. bir sandalye üstünde oturduğunuzda sesi çıkmaz da, kırdığınızda bağır küt diye. "küt" sandalyenin çığlığıdır; "güm", bombanın.

bilmezsiniz.

kalp kırıldığında ise şöyle bir ses çıkar...
siz bilmezsiniz, bilmeyiniz.

ah Oruç...

O'na, o serin geçitleri, o mor araları, o esintili kıyıları, o karlı karanlıkları yaşattın ya (kendin de işte, bunları; hiç yaşayamayacağını sandıklarını, yaşadın, ya); artık ölmeğe çalışmamalısın; ölmemeğe çalışmalısın - yaşamın nasıl olursa olsun (ki işte, o oldukça güzel de olacak) yaşamaya çalışmalısın.
Yaşamının anlamı senin ile birlikte varolmak istiyor - sen de onu korumak zorundasın.
- Koru onu.



Oruç Aruoba'yı bilirsiniz. çok severim. çıkarımları, felsefesi, bakış açısı hep hoşuma gitmşti. konu ne olursa olsun yazılarında hep kendimi, hayatımı ilişkimi, ilişkilerimi bulmuşumdur. ama bu sefer bir başka oldu. bu sefer -belki de oruç'ta okumasaydım da- söyleyebileceğim bir cümle dilime dolandı. 
"ölmeye değil ölmemeye çalışmalısın"
çok tehlikeli olmasa da ölme ihtimalimin olduğu bir işi yaparken dedim bunu. ölmemeye çalışmalıyım lan ben dedim. O'nu üzemem lan ben dedim, böyle bir şey olsa bana bir şey olsa o ne yapar dedim. yavaşladım. daha iyi olmalıyım. daha sağlıklı, daha huzurlu, daha mutlu. kendimi geçtim, onun için daha iyi olmalıyım. onunla yaşadığım güzel günler için, gittiğimiz yollar için, anılarımız, hayallerimiz, planlarımız için ölmemeye çalışmam lazım. yok yok, ölmemem lazım. onu üzmemem lazım. lazım diyorum da, bir gereklilik olması durumu değil. akılcı bir çözüm olarak değil. içimde, damarlarımda, gözlerimde, her uzvumda her hücremde ona bağlanmış olmamla ilgili. kendi kendime adını seslenmemle. tutkulu bir aşk acısı gibi değil, birlikte salıncağa binmiş iki çocuk gibi umarsız, düşüncesiz, korkusuz bir his. ilişkiyi ilişki yapan tüm unsurlarını dışarı attığımızda, olasılıkların tümü durdurulduğunda açıklanmayan o şeyle ilgili. tanrı parçacığı gibi. onu sevmek, ona dokunmak, onunla bir şeyler var etmek. aşk denirse buna, aşksa bu eğer, biz bunu yarattık O'nunla. biz yarattık, böylesini ne okudum, ne duydum, ne yaşadım... kusursuz olduğu için değil. biz olduğumuz için. bizden başka hiçbir olasılıkta var olmayan bir aşk olduğu için. 

sarıyer'den istanbul'a baktım. asyayı avrupayı çerçeveme alıp, istanbul'un üstündeki tüm bulutları görebiliyorken... olmak istediğim yerde, olmak istediğim kişiyle, yapmak istediğim şeyi yapıyordum. bi anlığına gökyüzüne baktım. o an benim ânımdı. o an bizim anımız oldu...

12 / 05 /2013