sapozhkelekh

bu bloga, bir sürü kullanıcı adına ve maillere isim veren o şarkı, sapozhkelekh...

Öyle Sabah Uyanır Uyanmaz Yataktan Fırlama


Öyle sabah uyanır uyanmaz yataktan fırlama. Yarım saat erkene kurulsun saatin. Kedi gibi gerin, ohh ne güzel yine uyandım diye sevin… Pencereni aç, yağmur da olsa, fırtına da olsa nefes al derin derin… Yüzüne su çarpma, adamakıllı yıka yüzünü serin serin… Geceden hazır olsun, yarın ne giyeceğin. Ona harcayacağın vakitte bir dilim ekmek kızart, Çek kızarmış ekmek kokusunu içine, Bak güzelim kahvaltının keyfine. Ayakkabıların boyalı olsun, kokun mis, Önce sana güzel gelsin aynadaki siluetin… Çık evinden neşeyle, karşına ilk çıkana gülümse, aydınlık bir gün dile. Sonra koş git işine, dünden, önceki günden, Hatta daha da eskiden yarım ne kadar işin varsa hepsini tamamla, ohhh şöyle bir hafifle Bir güzel kahve ısmarla kendine, seni mutlu eden sesi duymak için “alo “de. Hiç işin olmasa da öğle üzeri dışarı çık Yağmur varsa ıslan, güneş varsa ısın, hatta üşü hava soğuksa… Yürü, yürürken sağa sola bak, öylesine değil, görerek bak Çiçek görürsen kokla, köpek görürsen okşa, çocuk görürsen yanağından makas al. Sonra, şöyle bir düşün, kimler sana yol açtı, sen çok dar da iken kimler seni ferahlattı, hani kapını kimsenin çalmadığı günlerde kimler kapını tıklattı? Ne kadar uzun zamandır aramadın onları değil mi? Hadi hemen uğrayabilirsen uğra, arayabilirsen ara Hatırlarını sor, öyle laf olsun diye değil, kucaklar gibi sor.. Bu sadece onların değil, senin de yüreğini ısıtacak, yüzünde güller açtıracak. Günün güzeldi değil mi? Akşamın da güzel olsun.. Yemeğin ne olursa olsun, masanda illaki kumaş örtü olsun Saklama tabakları, bardakları misafire Sizden ala misafir mi var bu dünyada Ailecek kurulun sofraya, öyle acele acele değil, vazife yapar gibi hiç değil, Şöyle keyfe keyif katar gibi, lezzete lezzet katar gibi, eksik bıraktıklarını tamamlar gibi tadına var akşamının.. Gece evinde, dostların olsun Sohbetin yemeğin, kahkahan olsun... Arkadaşım, hayat bu daha ne olsun? Ama en önce ve illa ki sağlık olsun! *

*Can Yücel

omzun diyorum sevgilim...



omzunun kemiği diyorum, omzunun kemiği nasıl içimi kıpırdatıyor
ve saçın diyorum, saçın nasıl sen sen kokuyor...
ve sevgilim, gülüşün diyorum...
gülümsediğinde minik gözlerin kapanıyor ya, sanki tüm yarıklar, tüm yaralar kapanıyor...

sonra sabah oluyor sevgilim, şehirlerimizde sabah oluyor...

karışıyoruz insanların arasına, halk oluyoruz.
ellerimiz cebimizde, insan oluyoruz.
her ayrıldığımızda sanki rüyadan uyanıyoruz.
uyanık olduğumuzda her yer gri ya hani
uzaktan birbirimizi gördüğümüzde sanki gökkuşağı oluyoruz...

omzunun kemiği diyorum, omzunun kemiği nasıl içimi kıpırdatıyor.
sonra bir vapur geliyor, beni omzuna kavuşturuyor.

geziyoruz istanbul sokaklarında... cihangirden kabataşa inen bir yokuştayız, ben sana  bakıyorum. "baba" diyen yerlerim acıyor, sen sarıyorsun...
öpüyorsun...

birinci köprüye bakıyor, ikinci köprüyüyü görüyoruz.
köprüyü gördüğümüzde sanki gökkuşağı oluyoruz...

başkentin sokakları



kar altında yürüdük başkentin sokaklarında seninle. düşmemek için birbirimizi tuta tuta ya da kafalarımıza kar topu ata ata. başka kalplerde ısınıyor ya da ısıtılıyorduk bilemiyorum. yanaklarımız al al olup arkadaşımızın evine geldiğimizde hala gülüyorduk. sonra yatıp uyuduk. sabah olduğunda hala kar vardı. sen gittin. sonrasını hatırlamıyorum.

başkentin sokakları, başkentin ışıkları...
sevgilim, seni bana başkent mi getirdi ya da küçük iskender mi bilemiyorum...

bildiğim tek şey, baş ya da son; her şehrin karını beraber görmemiz gerektiği...

venüs'ün dilberi


En iyi arkadaşım, en sıkı dostum, tek aşkım, en fıtım...
Mutlu yıllar.

aşık olduğun zaman ben sana söylerim evladım

sevgilin içeride uyuyormuş gibi kahvaltı hazırlamak...

evet şizofrenik bir durum. evi toplarken sevgilin 1 saate gelecekmiş gibi toplamak...
alış veriş yaparken sevgilin gelecekmiş gibi yapmak, onun sevdiği abur cuburlardan almak... ardından sevgilinin gelmemesi ve abur cuburları abinin yemesini izlemek. yüzde gülümseme, içte halil sezai isyan!ı. hayır o da yesin lafım yok ama sevgilim de gelsin.
546843 yıldır yazılan öhöm yazılmaya çalışılan tezin, sevgili hayata girdikten sonra 4 günde yazılması. tırnakların sevgilinin sevdiği gibi kesilmesi, sevgilinin sevdiği kotun üstüne sevgilinin sevdiği kazağın giyilmesi.
garip olanı, bunların hiçbirinin sevgili tarafından görülmemesi...
aşklı olanı, sevgilinin sadece dokunma mesafesinde değil, hep yanında olduğunun hissedilmesi...

sevgilim ayakları üşüdüğünde, içeriden çorap almayacak kadar üşengeç ve çorabıma göz koyacak kadar da fıtıdır.

fıtı fıtıdır. ben de ona bu gidişle çorap örecek kadar aşığım işte ne yapayım...
dünyada en yakın olduğun kişiye en uzak olmak, yargısız infaza maruz kalmak, ortada kalan tüm suçların üstüne yıkılması, aşağılanmak, sürekli akıl verilmesi, hep 2'ye karşı 1 olmak...
en kötüsü de ne biliyor musunuz, evinde huzursuz olmak...

ama bu da değişecek elbet.
diğer tüm lanetlerin değiştiği gibi...

daldır elini, al kalbimi...


bul damarımı, bas ilacı, dindir acımı...
çok mutluyum şu anda
ellerim vücudunda
umurumda değil artık dünya...

laleliden dünyaya...


laleli'den dünyaya doğru giden bir tramvaydayız
birden nasıl oluyor sen yüreğimi elliyorsun
ama nasıl oluyor sen yüreğimi eller ellemez
sevişmek bir kere daha yürürlüğe giriyor
bütün kara parçalarında..
                                  Afirka dahil

visa vol.kaçamak


migros'ta mısır 2.90tl
sahilde şezlong 10tl
can dondurmacısı'nda goralı 4tl
küçük bir kaçamağa paha piçilemez...

parmakarası terlik

bir kadın kahkahası,
bir kız bebeğin yeni çıkmış iki dişi,
bir vapur sesi,
azıcık deniz kokusu,
biri demli iki çay,
elde kalmış bir bilet...

şehirlerarası yaşanmışlıklar...

çok yoğun, çok duru bir şey.
nasıl desem... kaç plaka kodu eder toplamı,
kaç kardeş, kaç aşk eder?

kaç şarkı, kaç kıskançlığı öldürür?
kaça bölmek gerek güvenmeyi?
mutluluk, aşkla neyin çarpımıdır ya da dostluk kaç çarpı 1'dir.

masumiyet müzelerde mi kaldı sahiden ve kızgınlıklar haber bültenlerinde ve siyasi partilerde mi?
kaç dostluk affeder aşkı?
kaç aşk küstürür huzuru?

yapamıyorum...
neyi neye eklesem 0
neyi neyden çıkartsam aşk.

duru bir denize bakıyorum...
martılar falan...

fonda, dalga sesi...
fonda, istanbul.
ah istanbul.
kalbim istanbul.
çocuğum ankara.
yüreğim bursa.

tutuklu kaldım bir saatin içinde...
sayılarım var benim, bir de akrep ile yelkovan...
mecburiyetten değil. kalpten.
zaman...

akan zaman değil mesafelerdir..
iki yabancı yanyana,
iki dost uzak ara...

aynı yağmurda ıslanacağız hepimiz.
kimse daha uslu değil.
ve kimse daha aptal.

aşk aptallaştırır insanı. aptallık güzelleştirir.
aşkın bana anlattığı, içiçelik.
biraz çiçeklik.

yine mi güzeliz yine mi çiçeklik...
kareli masa örtüsü, biraz biber dolması...
sahiden soruyorum;

yine mi güzeliz yine mi çiçek?
hep mi güzeliz hep mi çiçek?

huhuhuhuuu...

"bazen sarışın küçük çocuklar, bazen ağaçlık yeşillik yerler, bazen masmavi gökyüzü, bazen gökkuşağı görüyorum" dedim.
gülümsedi.
deniz çok güzeldi ve hava durgundu.
sigaramız bitince kalktık. 
4lira hesap ödedik...
gördüklerimiz için fazlasıyla küçük bir bedeldi.


sevgili...

sevgili;
biz ikimiz, aynı cümlenin içinde ne güzeliz...

en güzel hikayem...

içimde kaybolmuş, ama içimden bir türlü çıkamayan bir adam var. hiç karamsar olmamama rağmen en karamsar türkçe şarkı bizim şarkımız mesela o adamla... yazılmış, çöpe atılmış intihar mektupları...
kaç yıl oldu bilemem ama "yıllar var ki onu unutmadım" diyecek kadar yıl var... sanki bir cam kırılsa tüm dünya kırılacakmış gibi gelir ya bazen öyle bir şey işte. pamuk ipliği bir adam...


bir yapbozu tamamlarken bakıyorum, büyük parçam eksik; kalbin olduğu...
anlatamıyorum. ayılamıyorum. bir mesaj atıyor, adı yok sırtı var bana dönük...
ayılamıyorum...
hani soruyorum kendime hiç yaşamamış olmak mıydı daha iyi olan yoksa en azından denedik demek mi?
peki her ikisini de yaptıysak...
o toyluk, o işgüzarlık...
gidenin gitmesi,  gidenin de kalanın da değişmesi...
yani kim diyordu onu özdemir asaf mı?


"geleceğim, bekle, dedi gitti.
ben beklemedim
o da gelmedi.
ölüm gibi bir şey oldu
ama kimse ölmedi"


bu muydu sevgimizin özeti. aşkımızın...
şimdi hala senden aldığım bir haberle içim kıpırdanıyor. miller uzakta...saatler uzakta... yarın unutacak ve bir daha ki herhangi bir özel güne kadar belki de anılmayacak ismine...


bazen düşünüyorum gelse, ne varsa alsa... yok diyorum sonra...
hiç gelmese, her şey olduğu gibi kalsa...


kahramanım, çok özlediğim...


ama bil ki farklı bir hayaldi; işkenceydi bazen, bazen çok güzeldi...

"sen yoksan bahçeli de yok, bigos da yok..."

"Merhaba hayatımın en renkli insanı...

Şimdi ben şey dicem, eeeeee işte ben bazen pek konuşamam utanırım bazen bilirsin :) ama sana içimdeki seni anlatabilmek istiyorum biraz da olsa :)
------------------yarım dakika sonra---------------------------

Mesela sensiz rakı içtiğimde hiç sarhoş olamıyorum sadece sürekli keşke bilu da olsaydı diyorum, mesela ankaradaysam ve sen yoksan bahçeli de yok, bigos da yok. sensiz ankara çok eksik... sen de başını alıp gitme kıvamı bir tek senle gidiyor mesela bu bir numaralı seni çok sevme sebebimdi bu arada :D yeni tanışıyorduk da öhöm neyse...

hani sen demiştin ya birgün yine biz işleri bok ettiğimiz bigünde ben çok korkmuştum hani "bizim birbirimizden başka kimsemiz, ankaradan başka şehrimiz yok" diye... ne zaman kafam bozulsa bu sözünü hatırlayıp uyuyabiliyorum...

Şu birkaç sene içinde o kadar çok şey öğrendim ki büyümekle beraber... en güzeli sizin dostluğunuzdu, kazandığım en kıymetli şey. hayatımda böyle bir şeyin varlığını bilmek o kadar güven veriyo ki sanki hiç tek başıma kalmayacakmışım gibi, eğer siz varsanız hep mutlu olacakmışım gibi... ne bileyim ankarada barda deli gibi dans edip kusarken de isimsiz şahıslarla öpüşürken de :) istiklalde içerken de, silivride muhabbetin en kralını yaparken de :) onur yürüyüşü için slogan atarken de :) çok kız varken de çok kız yokken de :)

çok değerlisin dostum, seni seviyorum, iyi ki doğmuşsun, iyi ki varsın...

ha bir de şu yunan adaları fikrini de çok ciddiye aldım ona göre :)
nice güzel yıllara, yine çiçek yıllara..."


şimdi ben, daha iki gün önce, artık hiçbir şey eskisi gibi değil. kimsem yok neden doğum günü yapayım ki derken; laflarım tek tek götüme girdi.
önce dukito "sana yemek ısmarlayacağım" diyerek ece, emre, mehtap ve can'ın katıldığı minik bir sürpriz yapmış, uçuç böceğinden pasta almış ve beni mutlu etmişti. "aslında o kadar da yalnız değilim belki de" diye düşünme sebebim de bu sürpriz için haberdar edilmiş ve bi şekilde gelememiş de olsa "orada olmayı çok isterdim" diyen insanların varlığıydı. önceki iki günümü "son sardunyalar" ve "eskidendi" dinleyerek geçirmiş biri olarak mutluluğa karşı depresif ve yalnız kalamadım. kırgın olduğum ve bi şekilde "hadi görüşürüz" lerimin lafta kaldığı insanları düşündüm. gülümsedim sadece anılarımız için bile gülümsenmeyi hak ediyorlardı. tabi hepsi değil.

her neyse... pazar akşamı dukito'da kalıp gece 12yi bekledim mesaj atanlar arayanlar için. derken bu kez bir dondurma ve mumlarla salon kapısında belirdi dukito... istediğim gibi şımarabilirdim zira ben doğmuştum. iyi ki doğmuştum ve iyi ki vardım...

sonra ardarda pek güzel, kendimi çok iyi hissettirecek bir çok mesaj da geldi. ama bir tanesini defalarca okuyup ağladım.
cevap bile yazamadım doğru düzgün...
sabah uyandım yine okudum yine ağladım. güldüm. ağladım. bazen birileriyle kötü ve gözyaşları içinde geçen günlerin, bugün gülümseyerek hatırlanması gerçeğiyle yüzleştim...

sonra şeyda dedim...
şeyda benim arkadaşımın arkadaşıydı neticede. hatta arkadaşımın sevgilisinin ev arkadaşıydı en başta. ama arkadaşım canım, arkadaşımın sevgilisi kızım olunca...
şeyda da içimden bir parça oluverdi. birbirimizin pantolonlarını giyebildiğimiz için, içip dağıtabildiğimiz için, her şeyi yiyebildiğimiz için, sakaryadan bahsedebildiğimiz için, bazen susup sadece susabildiğimiz için.
kavun sevmese de beni sevdiği için...

ve şeyda, sadece hayatımda olduğun için. sadece telefonumda numaran kayıtlı olduğu için bile çok teşekkür ederim sana.
bana yukarıdaki yazıyı yazdırabilecek her ne yaptıysam senin için iyi ki de yapmışım. seninle olan her şey iyi ki şeyda...

şimdiyse söyleyeceğim tek şey, ankarada görüşürüz. ben pasaja gelince ararım, çıkıp dışardan alırsın beni...

seni seviyorum...

bir söyler bin gülerdik...

ah o yazlık sinemalar, kapı önü akşamları
saksıda son sardunyalar, avluda el yazmaları

ah ne kahraman ne cesur, ne güzel çocuklardık
her yeni günü ümitle nasıl kucaklardık
ah kaldırımlar biliyor, bi devir muhteşemdik
güz güneşinden hüzünlü, ilk yazdan şendik

hem utangaç, hem hevesli mektepli sevgililerdik
pek kırılgan pek acemi, bi söyler bin gülerdik
hem utangaç, hem hevesli mektepli sevgililerdik
pek kırılgan pek acemi, bi söyler bin gülerdik

o pürtelaş piyasalar, ilk sevda ilk gözyaşları
yolları hep gurbete bağlar, ah o gönül şarkıları...




sezen aksu konserleri benim için hep sürpriz dolu olmuştur. hatta sezen aksu'nun sahnede olduğu her gece...
bu sene de ilk doğum günü hediyem sezen aksu akustik konseri bileti oldu. ama esas sürpriz sahnede o kadının "son sardunyalar" şarkısını söylemesi idi. oturduğu yerden, cihan okan'ın yoğun vokali ile...
tam da bu şarkıyı hayatıma fon müziği yapmışken...


hani çocukluğun kokusu, hani arkadaşlığın dostluğun reçel tadı... kimine memleketi, kimine yazlığını, kimine ilk aşkını anlatan şarkı... gözlerinizi daldıran, mektepli sevgililer olduğumuz zamanlar... sorgusuz sualsiz dostluğun tene yansıması... best friend kolyeleri. aynı tişörtten alıp giyen sevgililer, arkadaşlar. ne kadar insan kaldı ki "kendime bunu alırken sana da şunu aldım, tam senlik" diyen? söyleyeyim; yok denecek kadar az. 


bakışından, soluğundan düşündüğünü anladığımız sevgiler... hep uzakta kaldı. hep bir hayat telaşı, hep bir yok sayma... 


hani bilirsiniz 2'li arkadaşlıkları. hani birini görünce hemen diğerini de sorduğumuz. ikisini ayrı gördüğümüzde şaşırdığımız arkadaşlıklar.
hani mutluluğu ile mutlu, mutsuzluğuyla mutsuz olduğumuz arkadaşlıklar...
sırf o iyi olsun diye şartları zorlayıp yanında olduğumuz ve yanımıza beklediğimiz arkadaşlarımız...
kardeşten öte, aileden öte, ama sevgiliden de öte bir "bir olma" hali...
pür telaş piyasalar...
onu üzen adamı/kadını cezalandırmak isteyecek kadar tutkulu dostluklar...
kendi de yaşamadıysa kimsenin anlayamayacağı, kimsenin göremediği ama yan yana gelinen her anda o iki kişinin gözleriyle görebildiği manevi bağlar...
bazen yıllara sırtını yaslayan, bazense sadece bir anda oluşan zincirleme arkadaşlıklar...


şimdi düşünüyorum, şarkı boyunca düşünüyorum hatta... neden!? neden artık yok bunlar? zaman mı? teknoloji mi? sadakat mi? neydi bizi doğallıktan uzaklaştıran, çıkarlar mı, ego mu, şımarıklıklar mı?


cevap veremiyorum...


sadece 2 lt kola ve 3 paket çekirdek ile 12 saat aralıksız gülüşmeler, paylaşımlar... yazlığın akşam kokusu, yenen ilk kazığın sarhoşluğu, 1gün arayla dostluğu düşmanlığa dönmüş insanın bahçesindeki begonyalar, bağrına basıp ağlamasına ağladığın çocuğun siyah saçları, yokluğuna üzüldüğün adamın sarı saçları, sırtını yasladığında hızla çekilen kadının uzun ince elleri, şımarıklı yüzünden seni ortada bırakan kızın lacivert konversleri, artık seni unutan arkadaşının çilleri, yağmurun elleri, karın soğuğu, istanbul'un haylazlığı, ankara'nın tembelliği, silivri'nin kuru teni, orta okulun masumluğu, lisenin havaları...


şimdi ofiste oturmuş bunu yazarken bir yandan kayıplar - ama gerçekten kayıp olanlar- ve kâr kalmış anılar için gülümsemeler... 


avluda el yazmaları...


şimdi kimseye anlatamadığım o milyonlarca bağ, üzüldüğümü söylediğimde "siktiret takma ya" diyen soğuk, hastane yalnızlığı...
şimdinin kan acıtan hatırlama duygusu. hatırlamak en ağır ölüm dostlar... özlemek, görmemek değil, hatırlamak...


ne kahraman ne de suç, ne güzel çocuklardık.
ama çocuklardık işte. hep birilerinin kahramanı sanırken, hep birilerine kahraman olurken, hep sevdiklerimizi kahraman ilan ederken... anlatamıyorum artık diyorum ya, kimse inanamıyor bana diyorum ya... işte sezen anlıyor, bana da hatırlatıyor...


ah kaldırımlar biliyor, bir devir muhteşemdik...


kaldırımlar biliyor. o en güzel insanlarla ya da o çirkin insanların en güzel yanlarıyla bir söyler bin gülerdik, şimdi sadece sokaklar, kaldırımlar biliyor; deniz biliyor, istiklal caddesi biliyor...


bilen hala biliyor...





ne güzel bazen sanki biraz ve hep her şey...

prayd!





yüzlerce belki binlerce kişi "kendi" olduğu için gururluydu bugün...
peki siz ne zaman "kendi"niz için eyleme geçtiniz. ne zaman örgütlendiniz, ne zaman ayrım yapmadan gülümseyip birbirinize anlayış ve hoşgörü gösterdiniz?


kristal çocuklarız, yansır, parlarız...
oluk oluk, kahkaha kahkaha, mavi mavi, kırmızı kırmızı, mor mor...
kendimiz gibi...

istanbul hatırası...


istanbul hatırası hakikaten nedir? eğer istanbul'a ilk kez bir turist olarak geldiyseniz belki bir biblo, sultanahmet meydanını gösteren bir buzdolabı magneti, bir kahveci tepsisi, sedef kakmalı bir hançer.. ama ya istanbul'da doğup büyüdüyseniz ve oradan ayrılmak zorundaysanız.. kendi iradeniz ve tercihinizle memleketi terketme yoluna gidiyor ama kalbinizi istanbul'un bereketli topraklarına gömüp gidiyorsanız. o halde istanbul'dan ne hatıra alırsınız? bir torbaya denizin kokusunu koyabilir misiniz? erguvanların renklerini yanınıza alabilir misiniz? sabah evden çıkıp şehirde kaybolmanın verdiği zevki, sizin ve ailenizin hatta sülalenizin tarihinin gömülü olduğu yerlerde dolaşmanın, her sokakta yeni bir tarihi eser bulmanın verdiği keyfi çantanıza koyup götürebilir misiniz?

aslında herkesin istanbul'u birbirinden farklıdır. birine göre trakya tarafına doğru uzandıkça ayçiçeğive soğan tarlalarıdır, birine göre lezzetli ve soğuk kaynak suları, koca koca fıstık çamları, sarıçamlar, kızılçamlardır. birine göre sarıyer sahilinde sabahlamak, birine göre bebek'te sabah, üsküdar'da akşamdır. kız kulesidir, haydarpaşadır.. kirazlıtepe ve aksaray'ın, bakırköy'ün, nişantaşı'nın, harbiye'nin elli sene önceki halidir. ne hatıra alınabilir geçen günlerden? hayatı tanıdığınız ilk yıllarda kendinizi sorgusuz sualsiz yaşamın kollarına atmanıza, herşeye bir çocuk gözüyle, meraklı ve inceleyen gözlerle bakmanıza neden olan o his, hidiv kasrının ya da yıldız parkındaki bazı köşklerin duvarlarına yapışmış kalmıştır; sökemezsiniz. bazı gözyaşlarınız, yüzyıllardır orada duran bazı taşların üzerindeki yosunlara karışmıştır.. ne alabilirsiniz bunları hatırlatması için? bunun hatırası ne olabilir? 

hatıra özlem gidermek için alınıyorsa eğer, bu istanbul için işe yaramaz. öyle birşey olmalı ki istanbul hatırası, balıkçıları, altgeçitleri, akşamın telaşını, güvercinleri, avluları, kahveleri, çarşıları bazı kokuları ve bazı duyguları özlediğinizde size yardım etsin. bu mümkün mü?.. bazı yağmurları, bazı güneşleri anımsatmalı, bu mümkün mü?. istanbul'u göğüyle, deniziyle, dereleriyle, sabahları, akşamları ve geceleriyle hatırlatmak için mavinin öyle bir tonu olmalı ki hepsini toplamalı içinde...

istanbul'u düşünmek için hatıraya ne gerek var..istanbul hatırası güzel birşey değildir. 

baktıkça istanbul'da olmadığınızı hatırlatacak acı birşeydir.*

*alıntıdır.

haziran...

şaka maka derken -ki şaka maka demedik- haziran geldi. istanbul gittikçe ısınıyor, ankara havanın ısınma oranıyla beraber daha da hayal oluyor. istanbullarda geziliyor, arkadaşlar geliyor, yazlıkta ağırlanıyor, rakılar içiliyor, kavunlar yeniyor, aman yarabbi...


herkes özleniyor, "gel lan" diye mesajlar atılıyor... 
yıllık izne gün sayılıyor, sevgiliye bırbır yapılıyor. iş yerinde yorulunuyor, yollarda terleniyor, çılgınca fringe izleniyor, ara ara kendimiz ajan dunham sanılıyor, peter ile öpüşülüyor ve ardında rüyadan uyanılıyor.


ama her şey güzel gidiyor...


akşama da havuza gidiliyor, açılış yapılıyor. göbek açılışı...

fed 2

dedemin gençliğinde aldığı fed 2 marka fotoğraf makinesi elime geçti ve çalıştırmak için çıldırıyorum. zira fotoğrafını çektiğim şeyleri ışınlayabilecekmişim gibi bir heyecan duymamı sağlayacak bir kokuya, hüzne ve cazibeye sahip bu makine...
ben kek gibi kararlı olsam da illa birileri jöle gibi değişken oluyor. işin sonunda herkes jöle seviyor. bense kek gibi kararlı olduğum için kuruyup  kalıyorum...


aslında herkes aynı yanii...

avlu vol. 2012

can: yeaaaa kızım ben uzun zamandır böyle güzel bir kız görmedim ama var yeaaa...
bilu: uzun süredir görüşmüyorduk ya ondandır.
can: yeasdlfkjasdfkls evet abi yeaa...


yani yaz geldi canlarım...

cuma akşamı ne zamandır geçirmediğim kadar güzel bir akşam geçirdim. sevgili mabel matiz'in beyoğlu hayal kahvesi konserine gittim. 
her geçen gün sahneye biraz daha yakışan bir adam mabel...
 pek neşeli pek keyifli ve sakin bir ortamda oturup şarkılarımızı söyledik. şarkılarımızı diyorum, kendini beğenmişlik yapıyorum ama her bir şarkısı o kadar ben ki, ben yazsam bu kadar kendimi bulamazdım eminim ki...
şarkılar şarkıları, kavırlar kavırları kovalarken, eline gitarı alınca mabel, zaman'ı da çalıp söyleyince resmen tüylerim ürperdi... o an orada değildim de şarkı benimleydi sanki...
zaten şüpheli ve kül hece'den bahsetmeme gerek yok...

sefil ve çırılçıplak davetin için teşekkürler mabel matiz...
en yakın zamanda yeni albümünü dinlemek ümidiyle...

unutmadan: yıldız tilbe'nin aşk yok olmaktır şarkısını mutlaka mabel'den de dinlemelisiniz...

yarımlar ve engerekler üzerine...

ne çok yarım insan var. yalnızlar çok kalabalık.
hep istenilen şeyleri elde edemeyerek,
hep elde ettiği güzellikleri elinde tutamayan insanlar...
hep yarımlar.
nasıl da yarımlar...


hiçbir zaman tam mutlu olamayacaklar ve bunu kimselere anlatamayacaklar. ben de yarım oldum bir kaç kez. yok, yarım olmadım, yarım kaldım. sonra ya kalan yarımı yaktım, ya eksik yarımı aldım. 


yarım yarım hayatlar, yarım sevmeler, yarım unutmalar, yarım unutamamalar, yarım vazgeçişler, yarım terk edişler... 
kahır çok uzakta değil, hep yarımlıkta. tıpkı bir otoyolun şeritleri gibi, yarım yarım ve huzursuz.
bir şehirden başka bir şehre, bir ülkeden başka bir ülkeye hep yarım. babadan yarım, kardeşten yarım.
ama hep yarım...


ama ben derken yarım diye, aslında nice yarı kalmış insanları sahiplenirim, "benim yarım" diye. biz yarım kalmış bir çoğunluk ama biz yarım kaldığının farkında olan bir azınlık...


zincire vurulmuş ellerimiz, göğüs kafesimize hapsedilmiş mecburi atan kalplerimiz... ne kadar azız ve ne kadar çok her şey. bazen kendinize bile itiraf edemediklerinizi, kendinden kaçırdıklarınızı dillendirir ya birileri...
belki bir şair, belki bir dost, belki diğer yarınız belki de öylesine bir insan işte, ne bileyim... 


yani bu yarıMlık ruh eşi gibi bir şey değil. birbirini tanımak bilmek gibi değil, birbirinin yerine yaşamak gibi. biraz kekremsi, biraz pamuklu... 


yarımlık, kırıklığın kardeşi... çünkü ne zaman bir şey kırılsa ya bir parça eksik ya bir parça dışarıda... bazen hiçbir şey eskisi gibi değil... bazen hiçbir şey yeni gibi değil. yarınlarda yarımlara yer yok gibi. yarımların yarını da yarım.
kimse kimsesizlikten ölmüyor. hiçbir aşk, hiç bir duygu bitimsiz değil. belki bitimsiz, ama yitimsiz değil. iki kişi uçurumun kenarında dururken biri düşse, bu diğerinin içinde yok etmez ki birini. ama biri iterse diğerini...
eğer iterse hani...
itmez de, laf gelimi hani...
olur da iterse yine bitmez biri diğerinde... kanar arada bir. kanırtır.
bir de düşerken tutmak vardır. ben hep tuttum, elimi bırakanlar oldu ama ben hep tuttum. bazen de itildim.


itilmek.
itilmek ne hain bir kelime.
itilmek ne ağır bir kelime.
itilmek, itene bile yakışmaz, üstünde durmaz.


ve bir gün, anımsayacaksınız itenler... anımsayacaksınız ittiğiniz güzelliklerin, masumlukların yokluğunu... yarım bırakıldığınızda...
hem de bilmem kaçıncı kez yarım bırakıldığınızda...
yarım kaldığınızda demiyorum...
yarım bırakıldığınızda...
öylece kalakaldığınızda...
anlayacağınız dilde söyleyeyim, İTİLDİĞİNİZDE siz de uçurumdan aşağıya bir küçük heves uğruna...
o zaman ben olacaksınız... o zaman nankörlük yapmanın ne kadar kolay olduğunu ama nankörlükle yüzleşmenin ne kadar zor olduğunu anlayacaksınız. anlar mısınız acaba?
bu yüzleşmeden ders çıkartabilir misiniz acaba?


yoksa yüzsüzce devam eder misiniz hayatınıza? edersiniz bence. siz ki engerekler, itmekten başka bir şey yapmazsınız. düşecek olursanız da kendiniz gibi engereklere sarılırsınız...
çünkü siz zehir salanlar, zehri taşıyanlar birbirinizi anlarsınız...

bütün yalnızlıklarınızın ilenci
korusun çoğulluklarınızı
cinnet koyun erdemin adını
maskelerinizi takıp yalanlarınızı çoğaltın
hepiniz mezarısınız kendinizin...

...

ağlayın
ağlayın ve kanayın
yok olduğunuz irin zamanında...*

*nilgün marmara

dua

allahım!
 sen beni dostlarımın(!) nankörlüğünden, bencilliğinden, yargılamalarından koru; 
düşmanımdan ben korurum...

μου λείπεις

özlemek çok acımasız bir duygu... hiç vicdanı yok. çok bencil. 
omzuna yerleşiyor. görünmeyen bir ağırlık... 
özlemek kanırtan bir şey, tırmalayan, hırpalayan...
kendi canınızı, kendinize fiziki bir zarar vermeden ancak birini çok fazla özleyerek yakabilirsiniz; biliyor muydunuz?
ben öğrendim...
özlemek, yanınıza yaklaşıp tam siz sevecekken tepar atıp uzaklaşan bir yavru kedi gibi sanki...
özlemek, güneşi görüp ince giyinerek yağmura yakalanmak gibi...
özlemek...
özlem kelimesinin içinde zalim kelimesini görmek demek... kendi kendinin işkencecisi olmak demek.
özlemek hayal kura kura, hayallerinin bitmesi demek...
kendine çekemediğin şeylerin hıncıyla, elinde olanları itmektir.
özlemek delirmek gibi... çaresizliğin bayrak tutanı.


ama bu kadar yoğun bir özlem duyuyorken birine karşı,
özellikle sevgilim, sana karşı...
biliyorum boşa değil.
biliyorum...


biliyorum ki, bu hisle başaçıkabilirim. biliyorum ki, başaçıkıyorum.
sonrası martılar, ortaköy falan...


... sonra ter içinde uyandım... yanımda uyuyordun... 
sevgilim...

"ben hep varım" diyene de, siktirolup gidene de güvenmeyeceksin...



Sevgili Can...


sana bu mektubu yazarken hala içimde çeşitli kızgınlıklar söz konusu olsa da beni arayıp "yeaaææ valla çoğözledim, sen ben seni özledim demiyorsun hiieeç" demeseydin belki de seni özlediğimi anlamazdım.
beni sörvayvır gülen'e benzeterek özlediğini anlaman sahiden öküz görünümünün altında minik bir yavru ceylan yaşadığına inandırdı beni. muhtemelen dövmeli ve kepçe kulaklı olması ile çağrışım yaptırdı sana ama siktiret. mevzu çağrışım ise gerisi teferruattır bi noktada.
o sikimsonik fotoğraf makinesi mevzusunun ardından bana yolladığın para ile ankaraya falan gittim bir güzel sürttüm. helal paraymış aslında, epey idare etti beni. ayrıca sen bana peşin fiyatını değil taksitli fiyatının ücretini göndermiştin 70 tl falan da oradan takmış hayat sana. bunu farkedince "heh" dedim "Can Bey, götüne girsin, öfkeyle oturan zararla orgazm olur" dedim. bu lafıma şimdi daha çok güldüm.


akabinde senin atarların benim atarlarım derken, çok pis arkandan konuştum oğlum, öyle böyle değil. ne götoşluğun kaldı, ne nankörlüğün, ne "heee benle işi bitti, konuşacaklarını konuştu puşt" laflarım kaldı, ne de "ergen işte abi, çoluk çocukla takılırsan yapacağı da budur" laflarım... pişman değilim.


he ben bunları yüzüne de söylerim puşt herif. ki telefonda kulağına söyledim. kulağa söylemek normal şartlarda biraz seksi bir cümle olabilirdi ama seninle geçirdiğimiz tri nayt sitende rağmen aramızda seksin w'si olmadığını da vurgulamak isterim. onu bunu bırak mayıs geldi, avlu bensiz olmaz diye beni aradığını da bilmiyor değilim. ayrıca beni ilk aradığında seni bir başkası sanarak çok korktuğumdan mütevellit muhtemelen dudağım yarın uçuklayacaktır.


yani ben hep varım, yanındayım diyene de siktirolup gidene de güvenmeyeceksin, zira biz senle aramız hiç bozulmaz, niye bozulsun diyorduk, bozuluverdi... şimdiyse ayrı kafalar. bu da hayatın cilvesi olsa gerek, 8 ay önceki pençesiydi o ayrı... 
her neyse, ağzına sıçacağım, sanırım seni seviyorum götlek herif!!!


sevgiler,
halan...

Şafak Pavey

sevgili Şafak Pavey...
ne kadar güzelsiniz...
ne kadar güzel bir kalbiniz var...
"“Bence okullarda uyuşturucu dersi olmalı, ırkçılık hakkında ders olmalı, polis vahşeti hakkında ders olmalı, insanların aç kaldığı hakkında dersler olmalı ama yok! Onun yerine beden eğitimi var. Haydi voleybol oynamayı öğrenelim.”

Tupac"

alıntıdır
daha çok yaşamalıyız...
seninle çok fazla anı yaratmalıyız,
çok fazla fotoğraf bastırmalıyız.
sadece istanbulda değil bir sürü ülkenin bir sürü şehrine bırakmalıyız izlerimizi, adımlarımızı...
ve sevgilim...
seninle ben, çamaşırlarımızı aynı ipe asmalı, birbirimizin çoraplarını giymeliyiz...
sevgilim, benim...

hıh

sevgilim ve ben böyle uyuyoruz...
ya siz?

bu kafe benim evimmiş meğer...






insan çiğ bir varlıktır. çiğ değişe değişe insan olmaz.

senin omurgan çekilip alındığında yanında bir ben vardım kadın...
peki sen neden benim kemiklerimi kırdın?


bazen kendini gerçekleştirememiş olan insan "nasıl oluyormuş ha, omurgasının alınması insanın, nasıl oluyormuş" diye sormak istiyor sanırım, ama kadın, bunu yanlış insana yaptın...


ikinizin de kalbini söküp alan ben değildim ki, ikinizin içini de karartan, kalbine bencillik ve ego sığdıran ben değildim ki...
sadece ikiniz aynı kefedesiniz, yersiz yurtsuz ve lanetlisiniz "iyi kalplerinizle"...
ne yazık her zaman, ama her zaman eksik olacaksınız...


kadın avını izledi, bıraktı mısırları, arpaları; yesin dedi. yesin, onun burada ne yapacağını göreceğim ve belki zayıf anında vuracağım...
sonra kadın bana diğerinin kellesini dişleri arasında getiren bir köpek gibi yaklaştı. sadece iğrendim. kahraman değilsin ki sen dedim. ağzına bir tekme attım...


zavallılar dedim. sadece zavallısınız. önünüzde size verilen hayatı yaşamak yerine birbirinizle oynuyor, karşılıklı salak ayakları yapıyorsunuz. gülüyorum, acıyorum...


"biri haysiyetsiz, adsız yorumcu, karaktersiz canlı, zararlı hayran, acınası varlık...
diğeri kendini hep haklı görmesine rağmen yüzüme bakıp kendini savunacak cesareti olmayan "egolar tatmin" insanı, küçük nankör, büyük bilge, ihanet kraliçesi..." 


fırlattığım bütün bir kalbi parçaladınız siz, dokunmadan havada parçaladınız...
bu denli acıyacak insanları hayatıma almış, önemsemiş, iyiliği için dua etmiş olmaktan dolayı utanıyorum...
şimdiyse acılı ölümlerinizi diliyorum...


"niye izin vermiyorum yoluma kuş konmasına?
niye kimseler izin vermez yollarıma kuş konmasına?"

derdi nilgün marmara ve ben de sorar olmuştum artık kendime bunu, durmaksızın.
taa ki, bir gün bir kuş kalbime konuncaya dek...

bizim büyük çaresizliğimiz




evet sevgilim olabilir, evet onu çok özlüyor olabilirim ama bu demek değildir ki hayatta başka güzel şeyler olmuyor. dün akşam ne zamandır izlemeyi istediğim bir filmi izledim. alakasız bir şekilde last fm'den tanıştığım tatlı bir adam, "madem yine ankaraya gidiyorsun bu denli hevesle, bari bir ara "bizim büyük çaresizliğimiz" filmini de izle" dedi. derken 1-2 ay içinde bu film için o kadar çok şey duydum ki... kitabı desen cabası. ama kitabı okumadım ne yalan diyeyim.


neyse. gelelim filme. film 2011'de vizyona girmiş, ben hiç duymadım sanırım. ardından sessiz sedasız cannes film festivaline de gitmiş.


film 2 yakın dostun evlerine küçük bir kadının gelmesiyle başlıyor. ardından iki adam da bu kadına aşık oluyor. kadına dost gibi görünseler de ikisi de aşk ile yanıyor ve bunu birbirlerinden saklamıyorlar. kadına duydukları aşktan çok ikisinin bağı beni etkiledi. iki adamın birbirine duyduğu, güven, geçmiş, dostlukla harmanlanmış bir aşk. böyle dedim diye filmi eşcinsel temalı bir filmmiş gibi algılamayın. sevginin en yoğun hali, en huzurlu hali onların yaşadığı.


çetin ender'e bir şarkı dinletirken bakışmaları, kavga ederken birbirlerinin en zayıf noktalarına parmak basmaları, beraber yemek yaparken ki uyumları... o kadar imrenilesi ki...
birbirlerine sataşmaları ve bana en sevimli gelen, koyu bir tartışmanın ardından çetin odadan çekip giderken "çayın bitince seslen" demesi...


işte bizim büyük çaresizliğimiz böyle bir şey. aslında ikisi aynı kadına aşık olmamış olsaydı da, birinin çaresizliği diğerinin de çaresizliği olacaktı. çetin kalkıp ender'e "oğlum ben birine aşık oldum ama umutsuz vaka" deseydi, engin ona "çaresizsin" demezdi, "abi çok çaresiziz, ne yapacağız" derdi yine de.


filmin ankara sokakları, parkları ve manzaralarıyla süslenmesi de ayrıca gülümsetici. ben ankaradan geleli 2-3 hafta olmasına rağmen yine özledim...


filmi izleyip yatağıma yatarken, can parçam olsa da şimdi bana küsmüş olan dostuma mesaj atasım geldi. "sana ağğğşığım lan" diye. vazgeçtim, onun için aşk dileyip uyudum...
sabah uyandığımda ağzımdaki tarçınlı tat muhtemelen filmden kalmıştı...
sevgilim...
seni çok özlüyorum.

eskiyeni

artık her şey yeni...
her sabah bindiğim otobüs yeni, her sabah beklediğim durak da...
senin okulun her sabah bir kez daha yeni, kafanı koyduğun yastık da.
arkadaşlarım her buluşmamızda yeni ve annem de -bilmese de-
doğan güneş her sabah başka güzel ve her pazartesi bir öncekinden daha yeni, her cuma daha mor ve her pazar sabahı daha yeni.
her geçen an, her yeni mesaj ve her eski şarkı çok daha yeni.
her eski artık çok daha yeni...


her şehir yeni, her sokak yeni...
sana bir sır vereyim mi, bu ülke çok yeni...
yüzümü öpen rüzgar, enseme damlayan yağmur ve ellerimi üşüten bu kar çok yeni. hep gittiğim kahve yeni, hep içtiğim bira, bankında saatler geçirdiğim kuledibi çok yeni, çok başka...


kalbimin sesi, atışı, içine dolan kan çok yeni...

bugünlerde çok yeniyim ben ve çok başka...

hani diyordum ya hep, "başka türlü bir şey istediğim" diye...
işte bulduğum o tür bir şey;
seninle...

bazen...

14 şubat

sevgilisi olmayanlar için kötü bir gün bugün, ama seveni olmayan için her gün kötü, biliyor musunuz????

Allah'ım Ankara ver!

buz gibi hava, yürüyorum.
yüzüme öyle vuruyor ki rüzgar, yerdeki tozu toprağı bile yüzüme doğru kaldırıyor. eve daha çok var. ayakkabılarım su aldı. omuzlarımda manevi değil, bildiğin yağmurun karın ağırlığı. rüzgara karşı yürüyorum ama cüsseme rağmen rüzgar ittiriyor beni. çok yorgunum ve çok soğuk. dudaklarımın kurumaya başladığını hissediyorum. her şey çok soğuk, her şey çok zor.
yoruluyorum.
dinlenmek için elimi bir direğe yaslıyorum, o kadar soğuk ki, yapışıyor elim. taksiler durmuyor, sesim duyulmuyor...
benden başka kimse varlığımın farkında değilmiş gibi. o kadar farkımda değil ki insanlar, ben bile farkıMdalığımı yitiriyorum.
eve daha çok var.
rüzgar kuruttuğu dudaklarımı adeta "çatır çutur" çatlatııyor. kimse yok aklımda ve kimsenin de aklında yokum.
üşüyorum, titreme geliyor.
"allahım" diyorum, "allahım insanlar nasıl sokaklarda yaşıyor". cevap veremiyorum. ıslanan ayaklarım daha da ağırlaşıyor. yaşama tutundukça aşk, sevgi, özlem, kin, tutku, nefret daha da anlamsızlaşıyor. durun lan yaşamam lazım, sonra aşık oluruz diyor tenim.
sokağıma giriyorum, yüzüm uyuşmuş. "insanlar soğuktan felç oluyorlar lan" diye düşünüyorum. ağzımı oynatmaya çalışıyorum. allaha yalvarıyorum, "nolur allahım varayım eve" diyorum.
merdivenlere geliyorum. zile basacak gücüm yok, anahtarlarımı alacak gücüm hiç yok. burnumla zile dokunuyorum. 1 kat daha çıkıyorum.


içi sıcak su dolu bir küvet... ellerim o kadar soğumuş ki, üstümü çıkartmak için onlara hükmedemiyorum... yavaşça giriyorum içine.. 
adeta çözülüyor ellerim, hafif yanmalı, biraz hazlı... sabrettikçe keyifli ve sıcacık. bir yandan güvenli, huzurlu.
benim küvetimin adı Ankara...











ço' mutluyum lan...
o yüzden kırmızı yazdım.

annem, beni aşka ver...

anneler gecikse de annedir
geçer iken uğranılan
bir yer belki babalar
anneler ki hep elzem
babalar çok da acil değil.

bitmiyorlar...



boğazımdan uçuruma uğultular ve ruhlarla
oradan da göğsüme titreten bir rüzgarla
düşüp duruyor kelimeler, her biri kayboluyor
gidiyor gidebildiğince, sessizce sulanıp eriyor...


bilmiyorlar bir ayrılık var; gittikçe kayboluyor
duvarımda alevden delikler boğuluyor, yenilip duruyor
bilmiyorlar bir ayrılık var; gittikçe hapsediyor
karşımda bekleyen gölgeler; biliyorum dinlemezler...


eriyorum bitiyor...


hem de sonsuza kadar..
beni içine sor!
kaçar gibi sanki, kesintisiz kaldım...


hep aynı...


kahinar...