itiraf edeyim mi, evet edeyim.
canının yandığı her an gülümsetiyor beni. "salak" diyorum sana. hırstan mıdır, kıskançlıktan mıdır, aşktan mıdır, hasetten midir, benliğimden midir bilinmez. ama söyleyeyim ki acı çekmene bayılıyorum. kahrolursun inşallah...

twitter

bilu
nefesini içtim ben senin, soluğunu yuttum.

Fulya
@heterya bende o, soluk borusuna kaçıyor, akciğere yerleşip, belli bi süre sonra öksürüğe çeviriyor. tutamadım kendimi 'yazıcam bunu' diye.

bilu
@Koksalar ya da sert bir sigara dumanı gibi, çekiyorsun yerleşiyor, çıkmıyor, öksürtmüyor ama zorlaştırıyor işte hayatı, alenen...


:)

26

Pırıl pırıldı o zaman hayallerinin -yaşamının anlamı: Ne cenderelerden geçti oysa, o günden bu yana- nasıl sahtelikler yaşadı.

O'ysa, o günkü ak rengi kadar temiz kaldı -senin içlerinden geçtiğin, geçirdiğin ve şimdi üzerine sinöiş lekelerini temizlemen gereken bütün pisliklerden uzak durdu-durabildi,kalabildi- -şuradan belli kisen de kalabilip de bir biçimde ortaya koyabildiğin son temiz beklentileri gördü ve tanıdı-üstelik, kendsi olarak; kendiliğinden kendisinitanıyıp, geldi sana...

Temizsindir diye - oysa değilsin...

Kirlisin-

O da şimdi bu eskimiş sen'i gözden geçirecek - değer mi diye...

Onca yıldır onun da beklediği- beklenmeyi beklediği, istediği, arzuladığı- mısın diye... -bekliyosun da beklenilmeye değer misin?!... *

*oruç aruoba - hani / 26

ne güzel şeydir beklenmek, beklenebilmek, beklenmeye değer olabilmek...
tam bir orospusun.
bayılıyorum sana.
oturduğum yerden kaldırıyorum yüzümü göğe doğru.
nasıl bir iç huzur var bedenimde anlatamam.
anlatabilir miyim ya da...
Bilmiyorum.
Hava nasıl güzel bir sonbahar anlatamam.
anlatabilir miyim?
bilemiyorum.

yaprağı düşmüş, çıplak kalmış bir çok ağaç karşımda. kış bahçesi olmuş balkonumuzdan bakıyorum. camı açıp derin derin nefes alıyorum, burnumu yakıyor oksijen. bu kadar güzellik bana fazla. kahvemi yudumlarken buluyorum kendimi. nasıl ekşi bir tat... her şeyi biliyorum aslında. sonbaharı da biliyorum, solmuş sararmış huzurlu yaprakları da biliyorum. kendimi bir kuru yaprak gibi hissediyorum hala yeşil yapraklar barındıran gövdende. düştüm düşeceğim. biraz ben tutunuyorum sana, biraz da sen tutuyorsun beni, yeşil halimi bildiğinden. yüzüne yansıttığım güneşi sevdiğinden, sana nefes aldırdığından kelli sevdiğin yağmur damlalarının üzerimde dans edişini sevdiğinden. en sevdiğin yaprağın mıydım ben? bak düşmek üzereyim şimdi. Sen bile tüm heybetinle karşı koyamıyorsun bu düzene....

ve düşüyorum şimdi ben. inceden bir "çıt" sesi, kırılır gibi. sen de bakıyorsun yeşil yapraklarınla bana. bense çoktan yolu çizilmiş, sınırdışı edilmiş, üstüne suçlar yığılmış bir mahkmum sanki. suçlar benim ağzımdan söylenmiş birinci tekil şahıs ile ama ben susmuşum hep aslında. kızamıyorum doğama. beni var eden doğama, beni ben yapan doğama kızamıyorum. isyanlarım olmuyor değil, gülümseyip susuyorum. ilk ben düşüyorum eteklerine ya, ilk ben döneceğim aslında sana. o toprağa karışacağım çok sevdiğin yağmurla ve yavaş yavaş köklerinden karışacağım sana, doyuracağım seni. o soğuk kış gecelerinde, soluk dallarına kar taneleri düştüğünde ben çoktan içine girmiş, damarlarını, halkalarını ısıtıyor olacağım. düştükten sonra rüzgara yenileceğimi mi sandın sen? yenilmem ki... yavaş yavaş ilerleyeceğim seni sen yapan o güzel dallarına. içimden bir parça bırakacağım her geçtiğim yerinden. seni kendimle yıkayacağım, içini içimle yıkayacağım.

ben: a bitti mi dizi?
kuzenim: evet bitmiş.
b: poff...
k: of kesin leyla arayacak gel diye.
b:kuzenim geldi gelemem de.
k:aynen öyle, kesin mehmeti görmek için aşapı inelim diyecek.
b: o ha hala mı mehmet?
k:valla hala mehmet.

leyla mehmeti seveli 5 sene oldu, mehmet leylayı istemeyeli de 5 yıl oldu. nasıl bir azim, nasıl bir aşk(!), nasıl bir kafa bu? leyla, akıllı olsana kızım...
aslında mehmet leyla ile 1 ay çıksaydı, leyla da mehmetin insan olduğunu anlardı. et kemik falan. leylaya diyorum ki "mehmet de insan o da sıçıyor, porno izliyor, ter kokuyor, ayakları kokuyor biliyor sun değil mi bebeğim?"... leylanın cevabı net: "olsuuuun"
allah sizi bildiği gibi yapsın, gençlik işte...
hayır mehmet de bi sikime benzese yüreğim yanmaz, buldog suratlı bi tip. neyse...

dün akşam çok enteresan ve seksi şeyler oldu. asıl onu anlatacaktım da leyla gerdi beni. ne diyordum? heh seksi...
gece yalnızdım, erken yattım uyudum.bir uyandım ki biri parmaklarımı yalıyor. neye uğradığımı şaşırdım. ama elimi oynatmadım hiç, bi yandan garipsemiş bi yandan hoş mu gelmişti ne :) gözlerimi kısarak bunu kimin yaptığına bakmak istedim. bir de baktım ki sıla. "ulan sıla ne işin var burda, neden parmaklarımı emiyorsun" da denmiyor, sıla bu yani sonuçta, denmez, diyemem. allah allah ulan... birincisi sılanın ne işi var benim evimde. hadi oldu da geldin; gelmez de geldi diyelim. yatmam ki ben. oturur sohbet ederim, film izlerim, şarkı söyletirim falan. neden uyuyayım lan salak mıyım? neyse ardından kafamı kaldırdım güldüm "napıyorsun sılacığım" dercesine. sonra da alarmım çaldı uyandım. meğersem kolumun üstüne yatmışım. o da karıncalanmış. hey allahım ya, rüyaya bak. rüyam bile imkansız lan. bir kahkaha attım, kolumu elimi sıvazladım. "hadi" dedim "bilu, hadi işe" kalktım hazırlandım bütün gün buna gülümsedim... iş yerimde de bu rüyayı anlatabileceğim kimse olmadığından mütevellit kendi kendime pıstım sustum...

her yazdığım olduğu için buraya şunu da yazayım; sevgilim ve ben bugün hiç bilmediğimiz bir şehirde, hiç bilmediğimiz bir dilde tiyatro izledik. çok keyifliydi. sonra otele dönüp küvet keyfi yaptık, sanırım gençleştik...



fonda: mehmet güreli - umrumda
o kadın beni öldürebilirdi. az önce bunu hissediverdim. kadından habersiz, alakasız. bi sıcaklık sardı vücudumu. ardından bir titreme. ben heyecanlanınca titrerim. "üşüdüm" derim, ama aslında heyecanlanırım. bazen de üşüdüğümden titrerim ama ben heyecanlanınca üşürüm de aynı zamanda. dişlerim acır çok üşüdüğümde de...
ve o kadın beni öldürebilirdi. hala da öldürebilir. beni ancak o kadar sevebilen bir kadın öldürebilirdi. beni ancak o kadar seven bir insan öldürebilirdi. beni ancak o kadar sevdiğim biri öldürebilirdi. yo hayır öldürmedi. gülümseyerek bıçağı indirdi. şaka yapmış gibiydi. bunun bir adı yok.
o kadının adı yok.
o kadın aslında yok.
kendimle yaşadığım bir küçük aşk masalı.
yazdığım her şey oluyor er ya da geç o yüzden şunu da söylemeden geçmeyeyim:
ikimizin en sevdiği ceylan ertem şarkısı olan sonbahar'ı da dinleyip konserden çıktık. yorgunmuş gibi yapıp eve gittik. kanepede uzanmış sohbet ediyorduk, ben anlatırken o uyuyakalmış.


fonda:ceylan ertem - sonbahar.mp3
yu dont hev a soğl.
yu ar soğl
yu hev a badi!


çok şirin değil mi :)

çabucacık oje sürebilen kızlara bayılıyorum.
spor gömleğinin son düğmesini ilikleyenleri seviyorum.
tek başına kahvaltı edenleri seviyorum.
benimle beraber kahvaltı edenleri daha da seviyorum.
ama en çok bana kahvaltı hazırlayanları seviyorum.
kedi seven kızları seviyorum.
köpekten korkan erkekleri seviyorum.
kızların kolları, erkeklerin belleri güzel.
arkadaş lafına gıcık oluyor, arkadaşlarımı çok seviyorum.*
bir gün bir kıza romantik bir hediye vermem gerekirse ona inci küpe alacağım. Sonra da topuz yapmasını rica edeceğim.
yazdıklarım günün birinde -er ya da geç- gerçek oluyor. o yüzden şunu yazmak istiyorum: "denizde buruşana kadar yüzüp oynadıktan sonra birer bira içmek üzere kumsalın en güneşli yerine gittik."
ah bi severim ki, şefkat gibi...
bazen çok rahatsız ve huzurlu olabiliyorum.
bugün seni çizmeyi denedim derste, çok çirkin oldu oğlum yaa, yok böyle bir makara...
kolunda dandirikten bileklikler bi takım ipler olan hatunlara -hatun oluyor bunlar, öyle karı kız değil- bayılıyorum.
gel öpeyim, gerdanından...
her mutlu ve sağlıklı insan gibi benim de sevgilimle aynı evde yaşamak, kedi beslemek, işe gitmeden korn fileks yemek gibi hayallerim olmuyor değil. ama amerikan mutfak da lazım :D
herhangi iki erkek arkadaşımla takılmaya bayılıyorum. ışıkla yastık son umudumdu. şimdi onlar da yok :(
sevgili değil, kedi istiyorum.
zaten tavşan bakamam ki ben.
bunlar da benden notlar.
ok bye.



*hepsini çok değil.
fonda: hande yener - şefkat gibi.mp3

ama arkadaşlar iyidir...


uzun uzun anlatacaklarım vardı aslında. otobüste düşünmüştüm yazının konseptini de. ama yok, gitti aklımdan her şey. o yüzden doğaçlama yazıyorum 2 güzel günümün ilk partını. belki de son part olmalıydı bu...

sabahın 7'sinde Aşti'ye gelip beni alan ve Aylak Madam'da o kivili şeyi içiren Süleyman'a,
yine sabahın 7'sinde Aşti'ye gelip beni alan ve "...sonra ben mal oluyorum!" diye sinirlenen Nes'e,
bademli körili tavuğu, barbekü soslu tavuğa; efes dark brown'u, efes dark'a çeviren ve gecenin 3'ünde 3 kazakla oturduğum evden beni, "seni götürmeye geldim" diyerek sevimli mağaradan medeniyete götüren Kelepir Kız'a,
bir şekilde kısa süreliğine de olsa gelip beni yolcu eden ve "eteğinle edebinle maç izle yahu" diyen Pembe Hanım'a,
ve son olarak bu hafta sonu huzuru, mutluluğu, keyfi, neşeyi, dostluğu, kahkahayı paylaşmamızı sağlamakta doğrudan veya dolaylı olarak -ama kesinlikle- katkısı olan Ayça'ya
sonsuz teşekkürlerimi, en güzel gülümsemelerimi yolluyorum...

iyi ki varsınız la bebeler!!!
işte bu şarkı, bu şarkı tam içimden geldi bugün. tam içimden ve içimdeki herkese. bugüne kadar yanımda, kalbimde bir şekilde bulunmuş herkese. (bkz.sev kardeşim)

içimden geçeceksen eğer, buradayım yürü üzerime.
ateş, şiir hepsi hazırım ben. gel, gel, gel, gel...
istersen dinlen içimde, köklerimden bir şarkı var dilimde.
çıplak ayaklarla gez her köşemde. gel, gel, gel, gel...

...

benim adım orman, örtü yaptım yapraklardan,
serdim herkesin üstüne.
sür yüzünü yüzüme, korkma yalnızlıktan...



şebnem ferah - benim adım orman

su bardağından şarap içmek...

geçen gün mete özgencil, ben, prof. dr. hakan poyraz ve iki arkadaşım daha serseri mayınlar gibi buluştuk. buluşmamızı ve nasıl biraraya geldiğimizi hatırlamıyorum. bunca alakasız insanın da nasıl bir araya geldiğinden emin değilim ama dostluk işte. din dil ırk görüş ayırt etmiyor. neyse önce bulunduğumuz şehrin otogarına gittik. tel örgüler vardı gitmemiz gereken yerde. hakan tırmandı göbeğine rağmen. ben de ayakkabılarımı çıkardım tırmanmak için. üstten attım öbür tarafa. kar beyaz çoraplarıma sarılmış çirkin ayaklarımı tellerin arasına soka soka tırmandım. tırmanırken mete'ye döndüm. hadi abi der gibi baktım. yine cool takıldı kaş göz hareketi yaptı. tam olarak ne demek istediğini anlamadım ama adam o kadar cooldu ki, sorgulayıp iyice saçmalamak istemedim. tırmanmaya devam edip geçtim öbür tarafa. yere basıp ayakkabılarımı giydiğimde mete çoktan bu tarafa geçmişti. "abi naaptın lan" dedim. "alttan geçtim aabi" dedi. bir de baktım tellerin altında az bi boşluk var. mete de zayıf, geçivermiş. kafamı hakana çevirdiğimde üstünü başını düzelttiğini gördüm. hakan kesin gençliğinde yakışıklı bir adamdı. ben 2005 yılında falan tanıştım kendisiyle. neyse sonra iki arkadaşımın nasıl geçtiğini sallamadım hep beraber yemek yemek için gar restorantına gittik. mete girişte yatakta duran yatağa baktı. hakikaten saçmaydı orda bir yatak olması. bizse cam kenarındaki masaya dizilip yemek için ne istesek diye düşündük. Sürahide şarap ve su bardakları geldi. enteresan gelmişti bu bana. bi an metenin yokluğunu farkettim. yatağın içine girmişti. meğersem orda çıplak bir kadın da varmış. bi an restoranda mıyız keranede miyiz emin olamadım. hakana baktım. rahattı, meze atıyordu ağzına. ulan mezeler ne zaman gelmişti. bana kimse ne yersin dememişti. masada gördüğüme en çok şaşırdığım şey teyzemin yardımcısının yaptığı mercimekli soğanlı mezeydi. sevinçten gülümsedim, o derece. çünkü çok mutsuzdum ben tüm bunlar yaşanırken. aşk acısı gibi bir şeydi. ama anlatmıyor ya da birini düşünmüyordum. sol dirseğim masada, elimde su bardağı ve içinde şarap vardı. sağ kolumsa masadaydı. dikip dikip içiyordum şarabı. bu sırada mete girişteki kadınla sevişiyordu ve yine kuğldu. hakan da bir ahlak profesörü olarak sakin takılıyordu bu duruma. ben şaşkın ve hüzünlüydüm. içiyor da içiyordum. tren geçiyordu arkamızdan, hakanla aynı anda trene baktık. ikimizin içinden de aynı şey geçti, "keşke o trende olsaydım." bakışlarımızla konuştuk hakanla. gülümsedik. sonra ben bir bardak daha doldurdum. yavaş içmeliyim yoksa hatırlamayacağım hiçbir şeyi dedim. sonra mete geldi. sol bileğindeki zincir daha önce hiç dikkatimi çekmemişti. kafamı kaldırım ona doğru, çapkın ve muzur bir gülümsemeyle "şefkat gibi" dedim. o da gülümsedi. kalkma kararı aldık. mete ayakta bir bardak şarap içti. ben de kalkmadan bir bardak daha içeyim düşüncesiyle bardağıma doldurdum şarabı. baktım çok ısınmıştı şarap, "ben bu hayatın amına koyyim la" diyerek gülümsedim ve fondip yaptım. su bardağımdaki ısınmış ekşi şarabı fondip yaparak tükettim. sonra kalkmaya hazırlandık. mete keyifli ve hala kuğldu, sevişmişti çünkü. benim hafiften neşem gelmişti, yanaklarım kızarmıştı, burnum yanıyordu. bunlar benim alkole verdiğim tepkilerdi. hakan sessiz sakindi. diğer iki arkadaşım bi ara gitmişlerdi, hatırlamıyorum. vedalaşmadık. bu ortamdan rahatsız olmuşlardı sanırım. sevişen mete'ydi, tribi biz yiyorduk. trip mete'nin umrunda da değildi. kalktık, çıktık. dışarıyı hatırlamıyorum.
...çünkü uyandım.

böyle rüya mı olur lan amına koyim. rüyamda hayır yok. mete özgencil'in benim rüyamda ne işi var. hakan poyraz'ın işi gücü yok mu benle şarap içecek?

neyse güzeldi ama, uyanıp epey gülümsedim. işe gelince de 1-2 kişiye sansürlü olarak anlattım. Allah hayırlara çıkartsın artık ne diyeyim :)

daha güzel, daha huzurlu bir fotoğraf karesi düşünemiyorum şu anda...

neyse ki hayatımızda natalie var...


... ve o ölene kadar dünyada güzel bir şeyler olduğuna, olabileceğine dair inancım hiç sarsılmayacak. natalie'nin fotoğrafını koymamın sebebi annemin hep haklı çıkması. çünkü annem hep susar. arada yorum yapar ve haklı çıkar. sevgililerimde, arkadaşlarımda, içkimde, işimde her şeyde. sonra söylemiyorum ona bunu. yenilmiş gibi hissediyorum. bazen de evet haklı çıktın napayım yeaa diye ağlıyorum. natalie ile ne ilgisi var derseniz, annem her haklı çıktığında ben mutsuz oluyorum, umutsuz oluyorum, göt olmuş oluyorum.


son zamanlarda içime bir yerlerden nefret, kin, hırs damlıyor. ne birine karşı bu, ne de biriktirmek için. ama hissediyorum ve darlanıyorum. durumlar, genel olarak insanlar, genel olarak ben, beim fena halde sinirimi bozuyor. elimde değil, siktir edemiyorum bazı şeyleri.
oysa ben iyi bir insanım. valla lan. hep böyle sevdiklerimi üzmeyeyim falan kafasındayım. bir yerlerde bir yanlış yapıyorum ama tam çözemedim.
şu fotoğrafı izlediğim bloglardan birinde buldum ve çaldım.





böyle kahvaltılar hazırlayabilen bir insandım ben, ama sevginin saygının değerini bilmeyenler köreltiyor insanı. hiçbir şey değer görmüyor gibi geliyor. Cevat'a kızıp, Yusuf'un güzelliklerini görememeye başlıyor insan. Sema'ya kızıp, Refika'ya tavır alıyor ister istemez. Aşka indirgemeyin söylediklerimi. hayat böyle. sonra korunaklı, yapmacık, ukala oluyoruz kendimizi koruyacağız diye ve kim bilir neler kaçırıyoruz kendimizi korumak uğruna. çünkü sen ne kadar mükemmel bir sezar olursan ol, bir brütüs veriyor hayat sana. en az bir brütüs veriyor hem de...


tecrübe dedikleri şey sikilmiş götün mevzusundan fazlası değil azizim. ama bazen zevk alıyoruz işte, yok sayıyoruz tecrübeleri. "sen bana bunu bunu yaptın, ben sana böyle mi demiştim" diye biri çıkıyor karşınıza, "ulan ağzına sıçtığım, ben de sana böyle böyle demiştim, peki sen ne yaptın? " diyemiyorum. haklısın diyerek susuyorum. kırmamak için, zedelememek, üzmemek için. çünkü ben kırılıyorum, ne demek olduğunu biliyorum kırılmanın. kırmanın da ne demek olduğunu biliyorum.


ve lütfen kimse bana "hiçbir şeyden pişman değilim, yaptıklarım ve hatalarım beni bugün ben yaptı" gibi klişe sikindiriği bir laf söylemesin. çok sinirleniyorum. kimine dost, kimine sevgili, kimine arkadaş, kimine abla olduğum için çok pişmanım. ettiğim ve etmediğim laflar için çok pişmanım. siz 1 cümleyle hayat karartırken ben sadece izlediğim için çok pişmanım.


ben çok mu dürüstüm? evet lan dürüstüm.
tanıdık tanımadık, kızdık kızmadık, siktik sikmedik, sevdik sevmedik herkese söyleyeceklerim aynı;


mabel matiz - öteki.mp3




yazıyı okuyup bu ne yeaa diyorsanız sadece fotoğraflara bakın, güzel onlar.

Fulya naaptın abi sen?

sağ elini kitabın sayfasından kaldır, kitabı kapatıp, üzerine koy.
sol elini destek olduğun başından al, sağ elinin üzerine koy.
kalemlere bak. boş sayfalara bak. kalemleri anlıyor musun?
sağ elin sol eline değmek istemiyor, bunu da biliyor musun?
sağ elin başka sol ellere değmek istiyor, buna varıyorsun.
kalem hiç dokunulmamış kağıda ilk mürekkep lekesini bırakmak istiyor, fark ediyorsun.

ayın sigarası tütmüş, dumanı da pencerene kadar inmiş.
güneş karşı tarafında, öksürmekten yorgun ve bitmiş.
güneş'in ay'a hayranlığı büyüklüğünden, saklanamamasından.
Ay'ın güneş'e kızgınlığı, bütününü zor bulmasından, bi tarafı karanlığından.
Ay ve güneş dünyaya hiç bakmak istemiyor, bunu da biliyor musun?
Ay ve güneş başka dünyalara hükmetmeyi istiyor, buna varıyorsun.
Tütmüş duman, karşı camının sana el sallayan elini gizlemiş, göremediğinden, fark ediyorsun.

Senden çıkanı garipsiyorsun artık, yaşlanmışım bahanesine yatıyorsun.
Sende olmayana özeniyorsun artık, battın belki de batıyorsun.
suçsuz yere hükümlü adamlar ve kadınlar, onlar da uyumuyor, sen de uyumuyorsun.
Esas suçlu adamlar ve kadınlar, iftira attıkları hükümlülerini ziyaret ediyorlar, sen izliyorsun.
Suçsuz, suçluyu görmek istemeyebiliyor belki, bunu da biliyor musun?
Suçlu suçunu bildiği halde, itirafında gecikiyor buna varıyorsun.
Senden çıkan en adil suç, olmadığına özendiğin, erteleyip edemediğin itirafın, fark ediyorsun.

kapı çaldı. hayali adam uyandı. seni oyalamaya, sen de onu eylemeye mecburmuşsun gibi.
Artık isimler de seni çıldırtır oldu, bahanesini de bulamaz oldun, ağlayamıyorsun gibi.
bu gece bitti de sen boşa dönüyorsun, beklenmeyecekleri bekliyorsun gibi.



bu yazıyı arkadaşım fulya'nın şuradaki blogundan çaldım. alenen çaldım. iki ciğerimi, saat dişlisi tadında birleştirdi bu yazı yahu.

neyiM var bugün?

uzun süredir kendimi bu denli mutsuz, bu denli yalnız hissetmemiştim. bu yalnızlık ki, kimseyle doldurulmaz gibi. birinin bir şeyn eksikliği değil çünkü. çok tuhaf bir his. bir sürü arkadaşım / dostum / yakınım var. beni mutlu etmek isteyecek bir sürü güzel insan var. ama hiçbiri beni anlayabilirmişgibi gelmedi bugün bana. hiçbirini arayıp anlatmak istemedim sebeplerimi. diğer kişileri arasam bana "sıkma canını kızım ya, takma kafana deli misin" diyeceklerdi ve ben takmaya devam edecektim. takmaya devam ettiğim gibi onlara da sinir olacaktım yersiz yere. kronik regl gibi, ergen gibi somurttum akşam eve geldiğimde. bir posta da anne tribi eklenince üstüne, gerçekten bir anlık yok olmak istedim.sevdiğim kitapları aldım elime. altını çizdiğim yerleri okudum. "o ha" dedim kimi yerlerde, kimi yerlerdeyse "bu ne ya bunu neden çizmişim" dedim. kendim bile kendimi anlamadım bugün. aklıma bir kişi geldi, sanki gözümün önünde gibiydi, çok tuhaf hissettim kendimi, ağır ağır odasını topladığını gördüm. resmen rüya gibiydi. hatta gerçek gibiydi. arayıp "napıyorsun?" diye sorsam, eminim ki "ay napıyım, odamı topluyorum" diyecekti. o yüzden korktum aramadım. öyle deseydi, cevap veremeyeceğim bir soru daha oluşacaktı kafamda ve şu an son ihtiyacım olan şey bir soru daha...


ve inanır mısın sevgili blog, kimsenin anlamayacağını düşündüğüm, beni boğan şey aslında gayet hayata dair. belki herkesin derdi olan bir şey hatta. bu sabah özellikle hiçbir istediğimi başaramadığımı gördüm. görmedim de hissettim diyelim. eskiden 25 yaşına geldiğimde çok farklı yerlerde olmayı umuyordum. hayallerim vardı. hiçbir zaman evlenip çoluk çocuk, yakışıklı, anlayışlı koca hayalim olmadı. olamayacak kadar özel biriydim çünkü ve hayat en çok da bu yüzden zorluyordu bu aralar beni...


"en çok yakınlık duyduğun, yanında olmak istediğin kişiler; senden uzak kalmaya gereksinim duyacak kişiler olacak" diyor bir yazısında Oruç Aruoba. enteresan bence. gerçekten de öyle değil mi sizce de. bunu aşka dair ilişkilere indirgemeyin ve bi düşünün...


ve şimdi keşke ben bu bilgisayarın başından kalksam, yarın işe giderken giyeceklerimi hazırlasam, dişlerimi fırçalarken bir kadın bağırsa yarım yamalak türkçesiyle bana. "disleriğni firçalayaceksan firçelema, çay pişirdim ben" dese. gülümseyip fırçamı bıraksam, salona geçsem, Rachael Yamagata bana paptya çayı yapmış olsa, gazeteleri toparlarken de over and over'ı mırıldanıyor olsa...
işte o zaman geçer bu kronik regl halim. ama olmayacağını bildiğimden mütevellit, kendime Nil açıyorum ve soruyorum: "neyiM var bugün"


pek tabi cevap veremiyorum, "yok bi'şeyim" diyorum. ben bile beni anlamazmışım gibi geliyor. ama ben zaten kimseyi anlamıyorum, sadece anlayış gösteriyorum.


hep hayatlarına kurtarıcı olmak için girdiğim kadınları erkekleri düşünüyorum son olarak. denemiş ama kurtaramamış LOSER bir HERO olarak (rachael okurken anlasın diye yazdım) kurtarılmayı bekliyorum kendimden.


bir insan kendisinin en fazla ne kadarı olabilir?
sözde kalır sevgilim,
sözde kalır bütün sözler.
aşk çünkü, aşk çünkü kendine
bir yol, bir ideoloji ister...*




*birhan keskin
öyle bir şeyden, öyle bir korktum ki az önce. içim parçalandı sanki. ama yanlış görmüşüm, korkulacak bir şey yokmuş. bir an kalbim düştü sanki. kırılacak diye korktum, ama halıya denk geldi;yere değil...


fonda: mete özgencil - şefkat gibi.mp3

"çok içkiliydik" demiş...

içme o zaman pezevenk. şu fotoğraftaki benim hem içki, hem de mutluluk sarhoşu olduğum günlerden biri. övünmek gibi olmasın da, insan içince maksimum kullandığı kelimeleri seçemez, ayağını salladığı yeri seçer bence.
iyi insanlar olun. yanındaki köpek de o şerefsizin sahibi olsaydı, muhtemelen tasmasından çekip onu durdururdu. Bilmem anlatabildim mi?

puştlar, ikiyüzlüler ve nankörler üzerine

o öyle değil demek istiyorum. ama haksız çıkarım, haksız çıkartılırım çok iyi biliyorum, ben kötü olurum her zamanki gibi. o yüzden susuyorum ve uzaklaşıyorum. anlatacak kimsem yok. anlayabilecek kimsem yok. buraya yazıyorum. unutmamak için. keyfi bir anıma gelir de ben de onlara benzerim diye korkuyorum. o yüzden yazıyorum her şeyi. nankörlüklerinden, ikiyüzlülüklerinden çok sıkıldım birçoğunun. isteyip istemiyor gibi yapmalar, yapmam diyerek yapmalar. bana göre değil, hiç değil ve itici, güven sarsıcı...
aman bilu, sen onlara benzeme...
sakın sakın benzeme.
bitmemiş her sevişme, paslı bir iğne gibi doğrudan kalbe yürür...
Kendimi çok yalnız hissediyorum.
O benim en iyi arkadaşımdı...


Bu cümleleri söyleyen bir ilkokul öğrencisi. en yakın arkadaşı Esra, beden dersinde koşarken yere yığılıyor. Küçücük bir kız çocuğu belki 9 belki 10 yaşında; kalp krizi geçiriyor. Sınıf arkadaşına uzatıyorlar mikrofonu, "Esra arkadaşın mıydı" diyorlar. Başlıyor küçük kız ağlamaya, "kendimi çok yalnız hissediyorum, o benim en iyi arkadaşımdı."

Sabah haberleri bu şekilde canımı sıktı epeyce. Bu kadar küçük kalpler, bu yalnızlığı nasıl anlar, nasıl taşır anlayamıyorum. Ben ve bir çok akranım zor taşırken, daha büyükler zor taşırken. 85 yaşındaki yan komşumuz taşıyamazken... Elbet yaşla ilgisi yok. Ama en yakın arkadaşı kaybetmek... Çok zor olmalı.