Şafak Pavey

sevgili Şafak Pavey...
ne kadar güzelsiniz...
ne kadar güzel bir kalbiniz var...
"“Bence okullarda uyuşturucu dersi olmalı, ırkçılık hakkında ders olmalı, polis vahşeti hakkında ders olmalı, insanların aç kaldığı hakkında dersler olmalı ama yok! Onun yerine beden eğitimi var. Haydi voleybol oynamayı öğrenelim.”

Tupac"

alıntıdır
daha çok yaşamalıyız...
seninle çok fazla anı yaratmalıyız,
çok fazla fotoğraf bastırmalıyız.
sadece istanbulda değil bir sürü ülkenin bir sürü şehrine bırakmalıyız izlerimizi, adımlarımızı...
ve sevgilim...
seninle ben, çamaşırlarımızı aynı ipe asmalı, birbirimizin çoraplarını giymeliyiz...
sevgilim, benim...

hıh

sevgilim ve ben böyle uyuyoruz...
ya siz?

bu kafe benim evimmiş meğer...






insan çiğ bir varlıktır. çiğ değişe değişe insan olmaz.

senin omurgan çekilip alındığında yanında bir ben vardım kadın...
peki sen neden benim kemiklerimi kırdın?


bazen kendini gerçekleştirememiş olan insan "nasıl oluyormuş ha, omurgasının alınması insanın, nasıl oluyormuş" diye sormak istiyor sanırım, ama kadın, bunu yanlış insana yaptın...


ikinizin de kalbini söküp alan ben değildim ki, ikinizin içini de karartan, kalbine bencillik ve ego sığdıran ben değildim ki...
sadece ikiniz aynı kefedesiniz, yersiz yurtsuz ve lanetlisiniz "iyi kalplerinizle"...
ne yazık her zaman, ama her zaman eksik olacaksınız...


kadın avını izledi, bıraktı mısırları, arpaları; yesin dedi. yesin, onun burada ne yapacağını göreceğim ve belki zayıf anında vuracağım...
sonra kadın bana diğerinin kellesini dişleri arasında getiren bir köpek gibi yaklaştı. sadece iğrendim. kahraman değilsin ki sen dedim. ağzına bir tekme attım...


zavallılar dedim. sadece zavallısınız. önünüzde size verilen hayatı yaşamak yerine birbirinizle oynuyor, karşılıklı salak ayakları yapıyorsunuz. gülüyorum, acıyorum...


"biri haysiyetsiz, adsız yorumcu, karaktersiz canlı, zararlı hayran, acınası varlık...
diğeri kendini hep haklı görmesine rağmen yüzüme bakıp kendini savunacak cesareti olmayan "egolar tatmin" insanı, küçük nankör, büyük bilge, ihanet kraliçesi..." 


fırlattığım bütün bir kalbi parçaladınız siz, dokunmadan havada parçaladınız...
bu denli acıyacak insanları hayatıma almış, önemsemiş, iyiliği için dua etmiş olmaktan dolayı utanıyorum...
şimdiyse acılı ölümlerinizi diliyorum...


"niye izin vermiyorum yoluma kuş konmasına?
niye kimseler izin vermez yollarıma kuş konmasına?"

derdi nilgün marmara ve ben de sorar olmuştum artık kendime bunu, durmaksızın.
taa ki, bir gün bir kuş kalbime konuncaya dek...

bizim büyük çaresizliğimiz




evet sevgilim olabilir, evet onu çok özlüyor olabilirim ama bu demek değildir ki hayatta başka güzel şeyler olmuyor. dün akşam ne zamandır izlemeyi istediğim bir filmi izledim. alakasız bir şekilde last fm'den tanıştığım tatlı bir adam, "madem yine ankaraya gidiyorsun bu denli hevesle, bari bir ara "bizim büyük çaresizliğimiz" filmini de izle" dedi. derken 1-2 ay içinde bu film için o kadar çok şey duydum ki... kitabı desen cabası. ama kitabı okumadım ne yalan diyeyim.


neyse. gelelim filme. film 2011'de vizyona girmiş, ben hiç duymadım sanırım. ardından sessiz sedasız cannes film festivaline de gitmiş.


film 2 yakın dostun evlerine küçük bir kadının gelmesiyle başlıyor. ardından iki adam da bu kadına aşık oluyor. kadına dost gibi görünseler de ikisi de aşk ile yanıyor ve bunu birbirlerinden saklamıyorlar. kadına duydukları aşktan çok ikisinin bağı beni etkiledi. iki adamın birbirine duyduğu, güven, geçmiş, dostlukla harmanlanmış bir aşk. böyle dedim diye filmi eşcinsel temalı bir filmmiş gibi algılamayın. sevginin en yoğun hali, en huzurlu hali onların yaşadığı.


çetin ender'e bir şarkı dinletirken bakışmaları, kavga ederken birbirlerinin en zayıf noktalarına parmak basmaları, beraber yemek yaparken ki uyumları... o kadar imrenilesi ki...
birbirlerine sataşmaları ve bana en sevimli gelen, koyu bir tartışmanın ardından çetin odadan çekip giderken "çayın bitince seslen" demesi...


işte bizim büyük çaresizliğimiz böyle bir şey. aslında ikisi aynı kadına aşık olmamış olsaydı da, birinin çaresizliği diğerinin de çaresizliği olacaktı. çetin kalkıp ender'e "oğlum ben birine aşık oldum ama umutsuz vaka" deseydi, engin ona "çaresizsin" demezdi, "abi çok çaresiziz, ne yapacağız" derdi yine de.


filmin ankara sokakları, parkları ve manzaralarıyla süslenmesi de ayrıca gülümsetici. ben ankaradan geleli 2-3 hafta olmasına rağmen yine özledim...


filmi izleyip yatağıma yatarken, can parçam olsa da şimdi bana küsmüş olan dostuma mesaj atasım geldi. "sana ağğğşığım lan" diye. vazgeçtim, onun için aşk dileyip uyudum...
sabah uyandığımda ağzımdaki tarçınlı tat muhtemelen filmden kalmıştı...
sevgilim...
seni çok özlüyorum.

eskiyeni

artık her şey yeni...
her sabah bindiğim otobüs yeni, her sabah beklediğim durak da...
senin okulun her sabah bir kez daha yeni, kafanı koyduğun yastık da.
arkadaşlarım her buluşmamızda yeni ve annem de -bilmese de-
doğan güneş her sabah başka güzel ve her pazartesi bir öncekinden daha yeni, her cuma daha mor ve her pazar sabahı daha yeni.
her geçen an, her yeni mesaj ve her eski şarkı çok daha yeni.
her eski artık çok daha yeni...


her şehir yeni, her sokak yeni...
sana bir sır vereyim mi, bu ülke çok yeni...
yüzümü öpen rüzgar, enseme damlayan yağmur ve ellerimi üşüten bu kar çok yeni. hep gittiğim kahve yeni, hep içtiğim bira, bankında saatler geçirdiğim kuledibi çok yeni, çok başka...


kalbimin sesi, atışı, içine dolan kan çok yeni...

bugünlerde çok yeniyim ben ve çok başka...

hani diyordum ya hep, "başka türlü bir şey istediğim" diye...
işte bulduğum o tür bir şey;
seninle...

bazen...