Bebeğim, ilaçlarını mı almadın? Facebook'tan silmeyi unutmuşsun da? Hatta "Hello! Hey Love" grafiğimi de silmemişsin.
Koş sil bakalım. Yaşananları da silebiliyor musun? Gerçi sen silersin elbet, senin için her şey "bir tık" ötede nasılsa :)

Fonda:placebo - meds.mp3
grey's anatomy dizisinde bir sahne izledim az önce va bana yine tanrı dokundu :D

evli ve yaşlı bir adam. onun sevgilisi güzel ve genç kadın. kadın adama böbreğini veriyor. diyor ki "ona 3 yılımı verdim, bir de böbreğimi verdim, o hala bir karar vermedi. hala odamı arayıp "nasılsın" diye sormadı"
gerzek, patavatsız ve cin yang cevap veriyor: "bence o kararını vermiş."
(...ve lanet yang yine haklı :p )

yani siz ne kadar fazla verirseniz verin, içinizi kalbinizi hayatınızı yüreğinizi ortaya koyun, bu karşınızdakinin aldığı ve anladığı kadardır. Çabalamamak çare değil, ama çabanız sonuçsuz kalıyorsa da "uç" deyin ona. "uç git". Böylece dışarıda bir yerde, siz 3 yıl vermeden, böbreğinizi vermeden de verdiğinizi alan, belki fazlasını da veren birileriyle karşılaşma şansınızı kazanırsınız.*
o anlamayan, verdiklerinizi görmeyen ya da görecek olgunlukta olmayan kişi de değer verecek birilerini bulur belki.**


*varsa tabi. yoksa sikile sikile kimseye bisikim vermemeye alışırsınız.
**bulabilirse tabi. vermeden almak kime mahsus biliyoruz değil mi? tartışmayalım burda. muhtemelen o değer vere vere kendine verir. sonra kendine değer vermenin aslında başkasına değer vererek olduğunu anlar belki. belki. belki...
Tanrı var mı?
Allah mı Tanrı mı?
Peki ya Rab?

yo yo bunları tartışacak kadar boş değilim, işim gücüm var, çoluğum çocuğum evde bekleyen karım var. şaka be şaka.
neyse.
isme takılmadan size bi sır vereyim. Tanrı'nın elleri var. Bana dokundu. geçtiğimiz günlerde, tatil gününde omzuma dokundu O. "yürü ya kulum" dedi. kalbimin gelmiş geçmiş tüm yaralarına dokundu. öyle mucizevi bir iyileştirme yaptı dememi beklemiyorsunuz değil mi? hissettim ben, küçük kız çocuğunu düştükten sonra kucağına alan baba gibi, o babanın "uf" olmuş dizleri öpmesi gibi dokundu. Valla.
Pazar sabahı uyandığımda her şey farklıydı dememi bekliyorsanız yanılıyorsunuz. Alkol komasının ucundan yırtmıştım. Ama bir şey vardı, bak yazarken bile piç gülümsememi takındım, böyle yandan yandan.

Tanrı var yok tartışması yapmayacağım, of kors. yoksa bilemem de varsa cem adrian da onun yarattığı, yaratırken de pek güzel donattığı bir insan benim gözümde. onun bir şarkısı var "Tanrı'nın elleri". o dedi bugün, winampta rihanna'nın rus ruletiyle kapışırken farkettim. Terliydim, önemsemedim. sonra yakaladı beni;
"dur" dedi,
"bilu" dedi,
"ben" dedi,
"seni" dedi,
"bir şarkıyla" dedi,
"çok" dedi,
"fena" dedi,
"yakalıcim" dedi.
"al" dedi "git" dedi, "çocuğunu" dedi "kaynananı" dedi. şaka lan bu satırı demedi :D

dedi ki: " güneş batarken, çocuklar uyurken,
başucunda bekleyen yorgun bir melektir...
ve her gece sabret diye saçlarımda dolasan tanrı'nın elleridir."

ama böyle bi huzur, böyle bir uyanış yok.
Tanrı bana dokundu. Eğer siz de uslu durursanız ancak şirinleri görebilirsiniz. Ama eğer hiçbir zaman çaresiz kalmadığınızı düşünürseniz, iki yüzlü olmazsanız, bencil olmazsanız...
İşte o zaman Tanrı'nın size dokunduğunu hissedersiniz.
"Tanrı yok" diyorsanız. Üzgünüm, huzura uzaksınız.
"tanyı yok, bi güç vay" diyorsanız, onu bilemem :)

ama neticede, inanmak için görmek değil, görmek için inanmak gerek.
oldu o zaman. bu da yorgun ve asabi bir günün yazısıydı. halı ilmiği saymaktan vazgeçtim. kurabiye patates bile yiyebilirim.

ok kib by

lşdsfkjalfjasdlfksjaflksafjalskfjaslkfasjf

PEKİ vol.X

Peki Zia'lardan kaçarcasına çıkmamız?
Peki 1 şişe şarap içmeme rağmen, bir şişe daha almam?
Peki 2. şarabın sıcak şarap baharatı vermesine çok sevinmem?
Peki o baharatın sürekli çantama dökülmesi?
Peki TRT'de içelim diye soğuktan ölmemiz?
Peki Balkon'a giderken tek portakal almam?
Peki o portakalı, odasından çalıdnı diye Dacar'a hediye etmem?
(i pod alamazdım, hıh)
Peki kendimi o portakalı herkese birer parça vermek üzere soymam?
Peki Dacar'ın (artık ne dediysem) "sus lan sus Selçuk'un arkadaşları var burda" diye ağzımı kapatması?
Peki Ece'nin o gece çok güzel olması?
Peki Ece'nin bunun farkında olması?
Peki Dolores'in ben başkasıyla konuşurken her şeyi dinlemesi?
Peki Balkon'da balkona kusmam?
Peki Dolores'in biz tuvalete giderken "sadece işeyin ama" demesi?
Peki Dolores, ben ve Bükem, Balkon'dan asansörle inerken nasıl oluyor da 30 poz fotoğraf çekebildik abii?
Peki yemek yemek için Patso'yu tercih etmemiz?
Peki şu an hatırlayamadığım ama orda çok konuştuğumuz bi mevzu vardı, neydi o?
Peki asla içemediğim ayranımın Ece'nin rujuyla imzalanması?
Peki o ayranı içememe sebebimin Doloresin tepişirken onu dökmesi olabilir mi? Hıhım!
Peki benim arkadan Ece'ye bakıp bakıp yanına gidip "Ece, iyisin ha, iyisin daha zayıflama" demem?
Peki çıkışta benim herkesten 5 adım ötede cool bi şekilde sigara içmem?
Peki birden Nuri Alço kriziyle Joker'e gitmemiz?
Peki Joker'e girmemizle önümüze nuri alço'nun gelmesi ve bitmesi?
Peki benim Nagihan'a ısrarla 500 kez Neslihan demem?
Peki ben sigara içeyim diye balkona çıkmam ve başıma gelenler?
Peki 4lemem ne abiiiiiiiiiiiii???
Peki çok büyük bi bok yemişçesine Dolores'e "dörtledim abiiii" demem?
Peki Joker'den çaldığım 3 şat bardağı.
Peki o 3 bardaktan 1'inin kayıp olması?
Peki 3 şişe nuri alçoyu 5 kız mı içtik biz?
Peki erkeklerimiz nerdeydi o sırada? (edit:arkada bira içiyormuş körpeler)
Peki Line'daki baba-kız olayımız neydi?
Peki biz Line'dayken Ece'nin attığı "... antibiyotik orospu" mesajı?
Peki line'dan çıkıp jazzstop'a gittiğimizde o kafayla yapılan 3lü ve 4lü kombinasyonlar neydi Dolores, sorarım sana?!!!!!!
Peki Eski Cambaz'a gidelim derken Mask'ın sokağına girmiş bulunmamız?
Peki Bükem'in "aaa Mask! Mask'a girçeez" demesi?
Peki kedi sevmek için Mask'a girmemem?
Peki Mask'a girip "senden daha güzel" ve "bir derdim var" ile kopmam?
Peki Mask'tan çıktığımızda sabah olmuş olması?
Peki Bükem'in göbeklerde uyuması?
Peki Dacar'ın durmaksızın "billur'un birasını içiyorum amaaa" demesi?
Peki benim hala Nagihan'a Neslihan diyor oluşum?
Peki Dacar'ın baygın tatlı halleri? (yirım)
Peki Mask'ın Emrah adlı garsonunun bize "acı gerçek, burayı kapatıyoruz" demesi?
Peki benim "Emrah'a ancak adı Emrah olan biri bu şekilde cümleye girebilir" demem?
Peki Mesut'un bıyıkları?
Peki benim Mesut'un adını hatırlamam????
Peki "grubun ciddisi sen misin" sorusuna, ciddi bir tavırla "yoo yavşağın tekiyimdir" demem?
Peki "nerden tanışıyorsunuz" sorusuna, "kapıdaaaan" cevabı alıp dumur oluşumuz ve dumur olmamıza sebep olan şahsın uyuyor olması? dlskfaşlfkasdlşfskaflş
Peki Bükem'in ağzıma esnemesi?
PEKİ ÇAĞDAŞ BÖREK NE ABİİİİİİİİİİİİİ???
PEki Çağdaş Börek'e gitmeme çabalarına rağmen herkesin dünden razı olarak löp löp börekleri mideye indirmesi?
Peki benim Ç.B.'de hala Nagihan'a Neslihan diyor oluşum?
Peki Bükem'in her şeyi "terbiyesiz" diye terslemesi?
Peki Dolores'in sesi?
Peki Dacar'ın babası?
Peki Nagihan'ın...
Peki Nagihan'ın...
Peki Nagihan'ın...
Peki Nagihan'ın...
Peki Nagihan'ın hiç pekisinin olmaması?
Peki Bükem'e "sadece kıymalı patatesli ve suböreği varmış ne yiceksin" dediğimizde, kendinden emin bir şekilde: "ıspanaklıııııı" demesi? Ardından Dacar'ın Bükem'e cevaben umursamaz bir şekilde "ay ıspanaklı olsa hepimiz yicez beee" demesi??
Peki garsonun Bükem'in seçim yapamamasına "siz biraz fazla içmişsiniz galiba kafanız güzel" demesi ve bizim "aaa nerden anladın" dememiz?
Peki aynı garsonun "ikinci çaylar bizden" demesi ne abi, kendini mi affettiriyor?
Peki hesap ödenirken Dacar'ın "3.75 mi çok az o, yanlış hesapladınız" demesi, "yok kızım bi börek bi çay işte" dediğimizde "neden ödediniz" diyerek Dolores'le beni börekçinin kapısına, börekçiyi de fırına yapıştırması neydi abiii?
Peki dolmuşta hemen uyuyakalan Bükem'in tümseklere paralel yaylanan lüleleri?
Peki kreşi geçen şoföre "İNÇAZ BİİİİZ" diye bağıran billur! Sen ne yani? Ben ne yani lan?

sonradan görme peki'ler:

Peki Özhan dansı?
Peki Sevin Patik Atasoy?
Peki "ben ömeri göstermiş olamam"?
Peki annemle babamın beni billurcu sokaktan almış olması?
Peki Dacar'ın bi zamanlar nereye baksa ertürk'ü görmesi?
Peki haremlik, selamlık ve billurluk?
"her aşk kendine bir orospu yaratıyor." diyor umay umay bir kitabında. Ben düzeltiyorum onu, her aşk kendine bir kutsal toprak yaratıyor ve şehrin kalabalığı o toprakları hunharca harcıyor. Elde kalansa ayrılıktır ve her ayrılık kendine bir la finestre di fronte yaratıyor. kulaklarda çınlıyor Simone'nin mektubu, zihnine kazınıyor pencereden bakışanların sevişememezlikleri, bir afiş gibi odasına asası geliyor insanın, kadının unlu ellerile merdiven korkuluklarına bıraktığı un lekesi. Bense ilk duyduğum andan beri "anasını satayım bu şarkı ne diyor bilmiyorum ama acayip hüzünlü, kalbimi sikiyor adeta" diyorum. Bahsettiğim şarkı "ma che freddo fa". Filmi izlediğimden beri derin nefes çekip gözlerimden görünmeyen yaşlar akıtırdı bu şarkı. Ama anlamına bakmaya cesaret edemedim hiç, çünkü kalkıp da "babacığım hadi beni yine parka götür" diyorsa olmazdı bu şarkı, bozulurdu büyüsü. Sonra baktım anlamına dün akşam, öylesine, amaçsızca ekşi sözlük'ü açtım ve baktım. akabinde dün akşamımın ve önümüzdeki bir kaç günümün de fon müziği oluverdi kanımca.

Şimdi Karşı Pencere zamanı. Çivi çiviyi söker çünkü. ma che freddo fa kafası :)
“Bir rivayete göre her şey bir sabah değişmiş. Siyah ve beyaz kalmış sadece, griler yok olmuş, kadına pembe demişler erkeğe mavi. Mavi ve pembe, yeşil sarı mor turuncu gibi değilmiş artık. Maviye sen güçsün demişler, pembeyi sadece sen sevebilirsin, bundan sonra pembe sana emanet, onu koru, ona sahip çık. Sakın ağlama diye de eklemişler. Pembeyeyse bir açıklama yapılmamış bile, sana mavi anlatır denmiş. Mavi de anlatmış pembeye, sen benimsin demiş. O sabah pembelerin canı çok yanmış ve ertesi sabah ve ertesi sabah... Günler günleri kovalamış, bazı pembeler o sabahın öncesini unutmuşlar, bazılarıysa her sabaha eski zamanları hatırlayarak uyanmışlar, kimilerinin hiç görmediği o zamanları hatırlayarak... Her şey öyle başladı; o günleri hatırlayan pembelerin hatırlamayanlara hatırlatma çabasıyla… Hatırlayan pembeler, mavilere emanet edilmediklerini söylediler her yerde; pembelerin de pembeleri sevebileceklerini, mavinin de pembenin de sadece birer renk olduğunu anlattılar. İnanmadı kimi pembeler buna; ‘pembeyi sevmek için mavi gibi olmak’ ve “pembeye sahip çıkmak” gerek dediler, kendilerine ‘pembesin sen’ dendiği o sabahı unutarak.

Peki ya sevdiğimiz kadınlar, kaçı o sabahı unuttu?”*


*alıntıdır.
geçmiş zaman olur, dolores bana "ya sen erkeklere orospu kadınlara meleksin" demişti. Ama ben yine bir insana aşık olmuştum.
...ve bilirsiniz, öyle bir dünya yok.
:)
ben arkadaşına "ona çok aşığım" diyordum; arkadaşı bana "o sana çok değer veriyor" diyordu. bu işte bi itlik olacağı o zamandan belliydi.
"düşünmeyeyim lan" dediğimde, düşünmeyi kesebilsem keşke.
"En sevdiğim aşk şarkısının bir sandviçe yazıldığını ögrenmiş gibiyim."
yaz sil
yaz sil
yaz sil
ben

yap boz
yap boz
yap boz
sen


kalbime kan gitmez, ciğerime nefes dolmaz.
ama yine suçlu ben.

sevgiler, arkadaşın hüsam.
en zoru da bağırmak isteyen bir kalbi susturmaya çalışmak...


gün usulca karardı penceremde,
gece oldu lambaya bakıyordum,
camda yalnızlığı gördüm derinde.
baktım ki başıboş sokak, mutsuz.
taş kesilmiş yüzümde, ellerimde...

vay benim alınyazım, ıssızlığım.

oktay rıfat

Ezginin Günlüğü - Eski Arkadaş
Birsen Tezer - Cihan
Bülent Ortaçgil - Light

bu albümleri bana verin, beni sessiz, sakin, yalnız olup açık havada oturabileceğim bir yere götürün. O zaman şarj olurum sanırım. 1 tam gün ya da 2 tam gün. Evet iki tam gün. O zaman saf bir mutluluğa erişip derin nefes alırım. Bir de ekmek, peynir ve şarap. Evet, bu kadarcık.

Ölümdür yaşanan tek başına.
Aşk, iki kişiliktir.

Visa Vol.10

İstanbul'da metro jetonu 1.5 tl.
bakkalda bir adet kibrit 0.25 tl.
kaktüs kafe'de caramel macchiato 9 tl.
sevgilin ve en sevdiğin arkadaşlarınla bir gecede hem jehan barbur'dan sensiz olmaz, hem birsen tezer'den çığılık çığlığa'yı dinlemenin değerine, paha biçilemez.*

*biçilememeli de zaten.
jehan barbur: bu sabah sensiz uyandım, sensiz olmaz sensiz olmaz...
- sevgilim bu da bizim şarkımız olsun mu?
+ olsun sevgilim.
- ama Nantes'ten sonra.
+ e tabi...

jehan barbur: Gece gelmiş, yatağım boş; sensiz olmaz, sensiz olmaz! Sen uzaktasın, ben uzanmış; Sensiz olmaaaaaaaaz...
bu da sabah uyandığımda zihnimde çalan, dilimde söylenen, lastfm'de skorplanan şey oldu bugün...
tek isteğim 1 adet tori amos konseri. Beni ancak o kurtarabilir.
hıhım.
en ağır ölüm de olabilir bu konser tabi, o ayrı.
ulan var ya bu aralar çok sikim bokum rüyalar görüyorum. Allah hayırlara çıkarsın. Biri bi kazık atacak bana ama du bakalım...
tırsıyorum. kimseye bir şey anlatmıyorum...
duruyorum.
duruyorum böyle.
öylecene.
bi cümle takıldı aklıma bir filmden.
kimsenin beğenmediği bir filmden.
kız diyordu ki arkadaşına(!): "bazen öyle güzel, küçük şeyler veriyor ki..."
işte o nokta noktanın devamı yok zihnimde. halbuki 6 yıl önceydi, çok beğenmiştim o filmi.
yine de yok aklımda işte.
şu an olmak istediğim yerden epey uzaktayım.
yanımda olmasını istediğim kişi/kişilerden de uzaktayım.
hep uzaktayım.
yüzüm hep gülüyor, neşeliyimdir ben.
ama bazen de ağlamak ister insan; nedenli nedensiz...

çok da sorumluluk yüklemek istemiyorum...
burnumda vanilya kokusu var.
düşünmelerimi durdurup buna seviniyorum...
böyle bi güzellik, böyle bir keyif olamaz. Eğer izlemediyseniz, mutlaka indirin, çalın, çırpın, çorlayın bulun ve Mary and Max'i izleyin...


Mary and Max Adam Elliot tarafından senaryolaştırılmış gerçek bir hikaye.
Melbourne’de, alkolik bir anne ve dengesiz bir babanın kızı olan 8 yaşındaki Mary, sıkkın, anlamsız ve boş hayatına renk katmak için, aslında ansızın ve hatta fazlasıyla cesur bir karar alır: Telefon rehberinden gelişigüzel bir isim seç ve o kişiye bir mektup yaz!
Kader oy hakkını, o tesadüfi ismin Max olmasından yana kullanır. New York’da yaşayan, panik atak, yalnızlar yalnızı, dünyaya yabancı, obezlerden bir obez olan Max, aldığı bu mektup karşısında önce kriz geçirir, sonrasında ise tam 20 yıl sürecek bir mektup arkadaşlığını başlatır.
Hayata, insanlara, arkadaşlığa ve yalnızlığa dair bir öyküyü, naif ama can yakan tespitlerle, büyük ama ukalaca gelmeyen sözlerle ve birbirinden leziz 2 muhteşem karakterle anlatan bu filmi, derhal izlenecek filmler listenize alın. *
*alıntıyla karışıktır.
burda da bişeyler var...

geçmiş zaman olur...


^^
şu an bu blog kilitli, 3-4 kişi dışında kimse okuyamıyor ya hani... olsun yine de belki bi okuyan olur. o okuyan da terkedilmiştir, acı çekiyordur diye, bir iyilik (ya da kötülük) yapayım dedim. böyle buyrun, acınıza acı katın :)
aslında şu noktada öğrenmemiz gereken şey 1 haftanın 7 günden oluştuğudur. bu 7 günün 5 günü 7de kalkıp 23:00-23:50 arasında yattığımız unutulmamalıdır. cumartesi ve pazarın dinlence günü olduğu da unutulmamalıdır. özellikle meslek gereği o 5 günün 9 saatinin bir çift monitör karşısında geçtiğini aklımızdan çıkartmamak gerekir. cumartesi ve pazarın eğlence içerikli dinlence günü olduğu en önemli noktadır. mesela kahvaltıya gidilir, çarşı pazar gezilir, uyunur, arkadaşlarla takılınır nebileyim eş dost görülüri öpülür sevilir, spor yapılabilir, efendime söyleyeyim maksimum oturur iki kadeş içki içersin sevdiceğinle, 1 sinemaya gidersin. olmadı evde bir film izlersin. sarılır uyursun. evde misin, oh ne rahat... duş alırsın ne bileyim, ördekle oynarsın, kitap okursun.
DİNLENİRSİN ULAN.
ama yoook okur mu? serde gençlik var ya içip dağıtacaksın gece körlerinde çılgın atacaksın, hayatın zevki böyle çıkar değil mi :)
ay pazartesi pazartesi nasıl hastayım belli değil. burnum yok mesela, düşecek. Böyle bir şeye ihtiyacım var. tek ihtiyacım olan şey terliklerimi giyip, sıcak çayım ve pijamalarımla tv/pc karşısına geçip yorgana sarınmak ve huzur* bulmak. lütfen işten 5 te çıkalım artık.
Böyle bi hayat benimki de işte.

*bi ara anlatacağım.
ya olacağından değil, olmasını istediğimden de değil deeeee
olacaksa da bu olsun beeee :)))