İstasyonda oturdum. Ne beklediğimi bilmiyorum ama bir şey bekliyorum. Rüya gibi. Rüyadayken mi gerçekteyizdir, gerçekteyken mi rüyada? Kimse bilemez.
Uzun uzun anlatacaklarım yok, elimde içecek bişeyler, önümden onlarca, yüzlerce hatta binlerce insan geçiyor. Biri yanıma oturuyor çok ağlatıyor beni, diğeriyse çok mutlu ediyor. Bazen 3-5 kişi birlikte oturuyor, kimi zaman istasyona yeni gelenler için kutlamalar yapıyoruz, kimi zamansa gidenlere veda ediyoruz, siyah giyiyoruz, dualar okuyoruz.
İstasyon çok kalabalık her zaman, gidenden çok gelen var adeta.
Bazıları istasyondan yaya olarak ayrılıyor bir beyazlığa, bazen başka trenlere biniyorlar. Eski sevgililerim hep başka trenlere biner. Biri dışında. Arkadaşlarım da genelde trenlere biner, bir kaçı dışında. Aile de bazen beyazlığa bazen trenlere gider. Bazen gidenler geri de gelirler, "seni çok özledim" deyip otururlar yanıma. Kah güleriz kah ağlarız.
İstasyon hep kalabalık, adeta kaosun eşiğindeyiz. Ama bir denge de var sanki...
Tıpkı Bruce Willis'in Sin City'de söylediği gibi: "yaşlı bir adam ölür, küçük bir kız yaşar..."
Gayet adil. Çok da kolay değildir kabullenmek; söylemek kadar kolay değil...
İstasyon kimi zaman kanlı, kimi zaman çiçekli. Ama artık eskisi gibi değil, genellikle kanlı. Bilinmezlikler dünyası bir istasyondayız.
Biz hayat diyoruz. Birileri kuruyor, biz oynuyoruz adeta. İsyan eden beyaz ışığa yol alıyor. Çözüm bu mu? Elbette ki hayır. Erken dönmek iyidir istasyondan belki ,ama hiç gelmemek daha iyidir. Evet böyledir. Ama gitmeye niyetin yoksa henüz, ağır ağır nefesini, havasını içine çekeceksin istasyonun ve insanlarının.Gideceğin zaman da yanına kar kalsın diye.
Çünkü "istasyon insanları burdalar tesadüfen. Aynı rüyayı görüp, ayrı yerlere giden."
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder